
Vincent van Gogh, 1853’te Hollanda’da doğmuş, 1880’lerde sanata olan tutkusunu geliştirerek kendine özgü bir tarz oluşturmuştur. Yaşamı boyunca sanatıyla hem kendini hem de varoluşunu anlamlandırmaya çalışmış bir sanatçıdır.Yalnızlık, ruhsal sıkıntılar ve zorlu yaşam koşulları onun sanatında derin bir şekilde yansımaktadır. Empresyonist akımdan uzak durması ve akademik kuralları reddetmesi sanatsal ruhunu ve içsel çatışmalarını ortaya koymaktadır. Van Gogh’un hayatı boyunca yaşadığı ruhsal sorunlara rağmen, sanatın iyileştirici gücüne olan inancı, eserlerinde belirgin bir şekilde kendini göstermiştir (2).
Vincent van Gogh’un hayatına baktığımızda genç yaşlarından itibaren ruhsal sorunlarla mücadele ettiğini görüyoruz. 20’li yaşlarında Londra’da bulunduğu dönemde sık sık karamsar olması, insanlardan uzaklaşması, dini konulara odaklanması nedenleriyle sanat galerisi işini kaybetmiştir. Ardından Paris’e taşınarak sağlıksız bir yaşam tarzı sürdürmüştür. Burada Empresyonist sanatçılarla tanışarak renk paletini değiştirdi ve daha canlı tonlar kullanmaya başladı. Ancak Paris’in hızlı yaşam tarzı ve kişisel sorunları, ruhsal durumunu olumsuz etkiledi. Sosyal yalnızlık ve içsel çatışmalar onun yaşamının bu döneminde belirgin hale geldi. Sonuç olarak Paris’teki yaşamı, sanatsal gelişimi kadar psikolojik zorluklarla da doluydu (3). Vincent van Gogh’un zihinsel sağlığı, çalkantılı romantik ilişkilerinden de derin bir şekilde etkilendi. Kuzeni Kee’ye karşı hissettiği karşılıksız aşk ve hamile bir kadın olan Sien ile yaşadığı acı deneyim, duygusal dengesizliğini artırdı. Yoğun tutku ve sonrasındaki kalp kırıklığı, Sien’in intihar girişimiyle birleşince zaten kırılgan olan ruh halini daha da kötüleştirdi. Aşk arayışı, hayatı boyunca karşılanmayarak yalnızlık ve umutsuzluk duygularına yol açtı ve bu durum sanatsal ifadesi ve ruhsal durumunu etkiledi(1). Ardından 1889’da yakın arkadaşı olan Paul Gauguin birlikte yaşamak için Arles’e taşındı. Aralarındaki şefkat ve sanata olan ortak tutkuları, korkunç tartışmalara dönüştü. Bu sırada Vincent kulağını kesti. Bu olay üzerine Arles sakinleri, tuhaf davranışlarından endişe ederek Vincent’ın evden atılması için belediye başkanına dilekçe verdiler. Bu küçük kasaba zalimliği, polisin bu yıkılmış sanatçıyı evinden çıkarmasıyla sona erdi (3).
”Çoğu insanların gözünde neyim ben -değersizin biri ya da tuhaf, aykırı, hoşa gitmeyen bir adam- toplumda kendine bir yer bulamamış, yer bulamayacak bir yaratık, yani hiçten de daha aşağı bir şey.”
Vincent Van Gogh – Theo’ya Mektuplar
Vincent van Gogh kardeşi Theo’ya mektupta yazdığı üzere sanat aracılığıyla kendini ifade etme çabasındayken aynı zamanda dış dünyayla kurduğu bağlantıların yokluğu onun kendini algıladığı durumu bize anlatıyor. Bu çelişki, onun sanatında duygusal yoğunluk ve derinlik yaratırken hayatının anlamını bulma yolculuğunu daha da karmaşık hale getirmiştir.
“Kişiyi bu esaretten çekip kurtaran nedir, bilir misin? Çok derin ve ciddi bir sevgi. Dost olmak, kardeş olmak, sevmek. En üstün erk ile, sanki sihirli bir güçle hapishanenin kapısını açan bu işte. Bu olmadı mı insan ömür boyu hapiste yaşıyor.”
Vincent Van Gogh – Theo’ya Mektuplar
Bir başka mektubunda ise insanın anlamlı ve derin ilişkiler kurmasının sihirli bir güç gibi geldiğinden bahsederek aslında yalnızlığının ne kadar içte olduğunu bize gösteriyor. Yaşadığı olaylardan sonra hastaneye yatıyor ve Van Gogh’un hastanede geçirdiği zaman, onun sanatında daha canlı renkler ve dinamik fırça darbeleri ile tanınan önemli bir dönem olarak öne çıkıyor (bedworht). Van Gogh, Saint-Rémy-de-Provence’te tedavi görürken içsel çalkantılarını sanatıyla ifade etmeye devam etti. Bu dönemde yarattığı Yıldızlı Gece, ruh halinin derin ve dramatik bir yansıması olarak kabul edilir. Gökyüzünün çalkantılı ve dinamik tasviri, sanatçının içsel duygularını aktarıyordu. Ancak ruh sağlığı giderek kötüleşti ve 29 Temmuz 1890’da, Fransa’daki Auvers-sur-Oise köyünde intihar ederek yaşamına son verdi. Yaşamının son yıllarında yarattığı eserler, hem içsel acılarını hem de eşsiz sanatsal dehasını gözler önüne serdi.(5)
“İnsanın ruhunda kocaman bir ateş yanabilir ama hiçbir zaman kendisini ısıtamaz onunla. Gelip geçenlerse yalnızca bacadan çıkan cılız dumanı görürler ve yollarına devam ederler. Yine de içindeki o ateşi körüklemeli kişi, kendi kendine yeterli olmalı, büyük bir sabırsızlıkla ama yine de sabırla birinin gelip o ateşin yanında oturacağı – belki de hep orada kalmak üzere – saati beklemeli.”
Vincent Van Gogh – Theo’ya Mektuplar
İnsanın içinde büyük bir tutku ve duygu olsa da bunu başkalarıyla paylaşamamanın verdiği yalnızlık acısını ifade ediyor. Ateşi körükleme ve birinin gelip bu ateşin yanında kalmasını bekleme umudu, Van Gogh’un hayattaki anlam arayışına işaret ediyor olabilir. Ancak uzun süre bu bekleyişin gerçekleşmemesi sanatçının hayatındaki derin umutsuzluğa ve nihayetinde intiharına giden yolda bir içsel çatışmayı bize yansıtıyor olabilir. Resimlerindeki renk ve fırçaların darbelerinde olan değişim ile belki çok şey söylendi. Her bir fırça darbesinde hem umut hem de umutsuzluk iç içe geçmiş olabilir. Belki de Van Gogh’un yaşamı, insanın acı ve sevgi arasında denge kurarak var olma mücadelesini anlatır. Onun trajedisi, sonunda bu dengenin bulunamaması olsa da sanatının kalıcılığı, insan ruhunun sonsuz derinliklerinde anlam arayışının hiç bitmeyeceğini gösterir.
İdil Sera Erfenek
Psikolojik Danışman