
Kitap Künyesi
Yazar adı: Allan Kellehear
Yayınevi: Phoenix – Sosyoloji Dizisi
Basım yeri ve tarihi: Ankara, 2012
Sayfa sayısı: 400
Ölümün Toplumsal Tarihi, toplum sağlığı alanında çalışan akademisyen Allan Kellehear tarafından yazılmıştır. Yazarın çalışmaları ölüm, ölme deneyimi ve yaşlı/hasta bakımı konularına yoğunlaşmaktadır. Kitap, ölüm üzerine yazılanlardaki ortak noktaları geçmişten günümüze tarihsel bir süreç içerisinde incelemekte, öte yandan örneğin mağaralardaki resimlerin gerçekleri yansıtıp yansıtmadığını sorgulayarak yönteminin sınırlılıklarını sorgulamaktadır.
İnsan ölüm üzerine düşündüğünde yaşamında ne kadar az kontrol sahibi olduğu hissine kapılmadan edemez. Gerçekten de şimdiye dek ölüm hiçbir toplum tarafından kontrol altına alınamamıştır. İlk insanlar ölümü ön görememekteydiler, yine de onu anlık bir durum olmaktan ziyade bir yolculuk olarak algılamayı tercih etmişlerdir. Hatta bazı topluluklar hükümdarlarını genç ve güçlüyken katletmişlerdir. Bu vahşetin arkasında hükümdarlarının ölümle başlayan yolculuklarında güçlü olmasını beklemeleri yatmaktadır. Bu düşünme biçimi, H.S. Sullivan’ın kişiler arası ilişkiler kuramında geçen parataksik düşünmeyi andırmaktadır. Parataksik düşünme biçimi, iki bağımsız yan yana olayı ilişkilendirmeyi ifade etmektedir. Karşıt olarak kurulan sintaksik düşünmeye ise iki insanın anlaşarak konuşmaları örnek verilebilir. Kuramın ölüm olgusu bağlamında önemi, ölüm ve yas psikolojik danışmanlığında etkili bulunan geştalt ve nesne ilişkileri kuramlarına öncülük etmesidir. Günümüzde ölüm üzerine konuşabilmenin, ölümü anlamlandırabilmenin varoluşçu danışma pratiklerince de önemi bilinmektedir.
Kitap, ölümü ön görmeyi yaratıcı bir toplumsal güç ve henüz çözülememiş bir dilemma olarak görmektedir. Günümüz insanı artık ölümle yüzleşebilme fırsatına sahiptir, öte yandan giderek artan şekilde anlamsızlıkla karşı karşıya kalmaktadır. Daha çok Batı toplumlarında geçerli olmak üzere, ölümü inkar üzerinden anlamlandırmaya çalışmaktadır. Kitapta geçen Rochefocauld’un: “İnsan iki şeye doğrudan bakamaz, güneş ve ölüm.” sözü bu inkarı desteklemektedir. Kültürümüzde ise ölenin ardından yapılan hayır işleri ve törensel anmalarla örneklendirerek, ölümün yaşamla daha iç içe anlamlandırıldığı görülmektedir.
Kitapta yerleşik hayata geçişle beraber “iyi ölüm”le tanışıldığı anlatılmaktadır. İyi ölüm; ön görülebilir, zamanlı ve sıralı ölümdür. Günümüzdeki ölüm algısını anlatmak için kullanılan kavram olan “yönetilmiş ölüm” ise bir takım ölümüdür. Yazarın terminolojisi akla ölümü ahlaki bir tutum olarak ele alıp almadığı şüphesini düşürse de bu noktada daha çok Adler’in toplumsal ilgi kavramını ele almak kayda değer olacaktır. Her iki ölme deneyiminde de ölenin ardında bıraktıkları önemlidir. Ancak iyi ölümde geride kalanlar mikro çevreden ibaretken, yönetilmiş ölüm’de mezo ve makro çevreler de önem taşımaktadır. Örneğin yönetilmiş ölüm ele alınırken makro çevrede koruma kanunları, haklar, sosyal politikalar, kültür varken; mezo çevrede hasta bakıcıları, avukatlar, doktorlar, psikolojik danışmanlar vardır. İkincil travma, şefkat yorgunluğu gibi kavramların yaygın olarak dile getirildiği günümüzde, geride kalanların da ölümle yüzleşmeleri giderek önem kazanmaktadır. Ölüm, ancak bir toplumun bireyleri toplumsal ilgilerini kaybetmezlerse yaratıcı bir güç olarak ele alınabilir.
Kitaba İlişkin Kişisel İzlenimlerim
Kitabı okurken Irvin Yalom’un Güneşe Bakmak, Ölümle Yüzleşmek eserini anmadan edemedim. Bence bu iki kitabın bir arada okunması perspektif kazanma anlamında daha doyurucu olabilir. Son olarak incelememi kitapta Bettelheim isimli bir psikanalistten yapılan alıntıyla bitirmek istiyorum: “Naziler saat kullanmazlardı. Nazilerin Yahudiler için zamanı yoktu, bu Naziler için Yahudilerin faydası yok demekti” Gerçekten düşünülesidir, insanlık olarak ne yönde ilerlediğimiz…
Elif GÖK
Okul Psikolojik Danışmanı