
İnsan biryandan kendi türüyle kavga etmesi yönünden birçok hayvan türünün akrabasıdır. Ama öte yandan da o, kavga eden binlerce tür arasında, kavgasını yıkıcılığa ulaştıran tek türdür… İnsan, kitle katliamcısı olan tek türdür, kendi toplumu içinde bir çıbanbaşı olan tek varlıktır (N. Tinbergen; Akt. Fromm, 2016, s.19).
Tarihsel süreç boyunca pek çok boyutuyla karşılaşılan şiddet olgusunun nedensel arka planı hala açıklanmaya çalışılmaktadır. Şiddet eylemi, konuyla ilgili diğer kavramların da üstünde durularak çeşitli teoriler ve kuramsal bakış açıları perspektifinde nörobiyolojik, sosyal-toplumsal, psikolojik öncüllerle bir zemine oturtulmaya çalışılmıştır (Gümüş, 2006; Akt. Güleç, Topaloğlu, Ünsal ve Altıntaş, 2012). Bu noktada şiddet ile ilişkili saldırganlık ve öfke kavramları öne çıkmaktadır. Öfke duygusu, hoşa gitmeyen, istenmeyen durumlarda, organizmanın karşılığını bulamamış ve doyum sağlayamamış arzuları sonucunda oluşabilecek doğal bir duygusal yanıttır. Suç ve şiddet ile ilişkili eylemlerde de öfke duygusu ortaya çıkmaktadır (Romas & Sharma, 2000; Akt. Soykan, 2003). Öfke duygusu, organizma tarafından gerilimi boşaltacak katarsis mekanizması olarak da kullanılabilir. Fakat dış dünya gerçekliğini çarpıtarak yıkıcılık boyutuna ulaştığında gerilimi boşaltan işlevselliğini yitirmektedir (Feindler, 2006; Akt. Dilekler, Törenli & Selvi, 2014). Daimi biçimde bastırılan ve engellenen öfke duygusu da Lorenz’e göre dışsal uyarana bağlı kalmaksızın herhangi bir zamanda patlama şeklinde ortaya çıkabilecektir (Tsai, 2000; Akt. Özmen, 2006). Bkz.: Engellenme-Saldırganlık Hipotezi. Öfke ve saldırganlığı dürtüsel yanıyla açıklayan bu görüşe göre zarar verme davranışını tetikleyici öfke duygusu, ulaşılmak istenen amaçların engellenmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır (Atkinson et al. 1993; Akt. Özmen, 2006). Kişinin yaşamında ulaşmak istediği amaçların engellenmesi beraberinde kişide doyumsuzluk hissine neden olmaktadır ve bu durumun boyutu da büyük öfke patlamalarını ortaya çıkarmaktadır. Sonuç olarak kişinin yaşamındaki doyumsuzluklarının artmış olması, en ufak bir tetikleyici ile gereğinden büyük patlamalar yaşamasına neden olabilmektedir (Baltaş & Baltaş, 2015, s. 288).
Fromm saldırganlık kavramının birçok anlamı karşılayacak şekilde kullanılmasının bu kavramın sebebini irdeleyen kuramsal açıklamaları karşılıksız bırakacağını belirtmiştir. Farklı amaçlarla gerçekleştirilen saldırganlık eylemlerinin ortak bir nedene oturtulamayacağını açıklamıştır. Bunun yerine savunmaya dönük biyolojik karakterli eylemleri saldırganlık olarak, insanlara ait yıkıma sebebiyet veren ve zalimce eylemleri ise kıyıcı saldırganlık olarak adlandırmıştır (Fromm, 2016, s. 15-16). Bu bağlamda insanoğlunda görülen kıyıcı, zalimce şiddet hayvanlarda görülen açlık ve savunma gibi içgüdülerle ortaya çıkan şiddetten farklıdır. Psikolojide nekrofili olarak da adlandırılan bu saldırganlık eğilimi, gereksinimlerine doyum sağlamış fakat tutkularını yaşama aktaramaması sonucunda hayata karşı düşmanca tutumlar geliştirmiş orta-üst sınıfta görülebilmektedir (Fırıncıoğulları, 2015).
Jung’un analitik psikoloji kuramına ait ‘’bireyleşme’’ (individuation) kavramı da yıkıcı saldırgan eylemlere bir açıklama getirmektedir. Bireyleşme doğuştan ve kendiliğinden gerçekleşebilen bir süreç olmasına rağmen kimi engellemeler ve bastırmalar karşısında kişiliğin bazı yönleri yeterince gelişemeyebilir. Söz konusu engellemeleri aşabildiği durumlardaysa yıkıcı ve patolojik olarak açığa vurulur. Çağdaş savaşlara ait sadist yöntemler gölgenin bireyleşememiş görünümüne örnek oluşturmaktadır (Geçtan, 2002, s. 179). Jung’un aksine Freud ego psikolojisinde içgüdüleri yaşam (eros) içgüdüsü ve ölüm (thanatos) içgüdüsü olarak sınıflandırmıştır (Geçtan, 2002). Freud, insan yaşamındaki olayları bu iki içgüdü ile ilişkilendirmiştir (Daco, 1989; Akt. Gençoğlu, Kumcağız & Ersanlı, 2014). Yaşam içgüdüsünün harekete geçiren enerji kaynağı ‘’libido’’ olarak adlandırılmıştır. Freud yaşamsal faaliyetlerin devam ettirilmesini sağlayan eylemleri yaşam içgüdüsü kategorisine dâhil etmiş ve genel olarak “cinsellik içgüdüsü (eros)” ile bağdaştırmıştır (İnanç & Yerlikaya, 2015, s. 16-17). Bu iki içgüdü hem birbirinin karşıtı hem de tamamlayıcısıdır, eylemlerin ortaya çıkması için etkileşim içinde çalışırlar. Yaşam içgüdüsü, adlandırılmasına uygun olarak “yaşamı, canlılığı’’ amaçlar. Bu canlılık durumundan cansızlığa geçmeyi yani ölümü arzulayan güdü ise “ölüm’’ içgüdüsü olarak adlandırılır (Korucu, 2011). Bu bağlamda Psikoanalitik kuramda insanlar, inorganik durumlarına dönme arzusuyla donatılmış, ölüm içgüdüsü kapsamında değerlendirilen yıkıcı ve kıyıcı eğilimlere sahiptir (İsen, 1995; Akt. Sezer & Saya, 2009). Saldırganlık, yıkıcılık ve şiddete cansız olana dönme eğilimi perspektifinde içgüdü kuramıyla açıklama getiren Freud düşüncelerini şu şekilde ifade etmiştir:
“Bütün yaşayanların iç kaynaklı nedenlerden ötürü öldüğünü, inorganik bir hal aldığını şüphe bırakmayan bir hal olarak kabul edersek, ‘yaşamın yegâne amacı ölümdür” cümlesini söylememiz gerekir. Cümleyi tersinden okumamız gerekirse ‘cansız varlıklar, canlı varlıklardan önce de vardı’ dememiz gerekir. Doğası hakkında bir kavrama sahip olmadığımız bir güç, bir zamanlar, hareketsiz maddenin içinde yaşamın özelliklerini uyandırmıştır. O zamana kadar cansız olan maddede, o anda oluşan gerilim, yavaş yavaş kendini ortadan kaldırmaya çalışacaktı. Böylece ilk dürtü yani cansız olana geri dönüş dürtüsü ortaya çıktı.’’ (Freud, 2011; Akt. Kiraz, S. 119-136, 2015).
İnsandaki yıkıcı şiddet eylemlerinin nedensel arka planı için psikanalitik kuramın açıklamalarının yanı sıra bu olgunun çok boyutlu olduğu göz önünde bulundurularak disiplinlerarası bir yaklaşımla irdelenmesi, şiddet olgusunun aydınlatılması sürecinde daha faydalı olacaktır.
Ayşe BAŞBUĞ
Psikolog