
Göbeklitepe: İnsanlığın Anlam Arayışının ve Yerleşik Yaşama Geçişinin Yeniden Yazılan Hikayesi
“Bereketli Hilal” yani Mezopotamya havzasında, Şanlıurfa’nın yaklaşık 20 km kuzeydoğusunda, denizden 834 metre yükseklikte, Şanlıurfa’dan bakınca görülebilecek bir yer üzerinde ve kendi içinde geniş görüş mesafesi barındıran bir bölge: Göbeklitepe. Göbeklitepe’nin keşfi ile birlikte insanlığın yerleşik yaşama geçişinin yanı sıra ihtiyaçlar piramidi hiyerarşisine dair de bildiğimiz bütün doğrular yeniden sorgulanmaya başlandı. Göbeklitepe, bildiğimiz her şeyden daha eskiydi, Taş Tepeler güçlü bir tarihsel belleği içinde taşıyordu.
İnsanın bildiğimiz bir öyküsü vardı… Tarım Devrimi anlatısına göre bizler evler inşa etmeye, su çanakları yapmaya, yürünecek yeni yollar aramaya bununla birlikte estetiği, mimariyi ve sanatı eylemeye her şeyden önce toprağın bağrına bir avuç tohum ekerek başlamıştık. Fiziksel ihtiyaçlarımız bizim insanlaşma yolundaki temel motivasyonumuz olmuştu, yemek ve barınmak için hareket halinde olmaktan vazgeçmiş ve durduğumuz yere kök salmaya başlamıştık. Tarım devrimi özü itibarıyla bizleri şimdiki formumuzla insanlaştırmaya başlatan şeydi. 1870’lerde felsefeden ayrılmaya ve içinde kendi literatürünü oluşturmaya başlayan psikolojideki kabullerin antropoloji ile buluşma parantezi de yine bu yönde açılıyordu. Maslow’un meşhur ihtiyaçlar hiyerarşisi piramidinde de anlattığı üzere fiziksel ihtiyaçlar diğer tüm her şeyin temelini oluşturuyordu, acaba tarih gibi Maslow da yanılıyor olabilir miydi?
Canlılığı Taşımanın Zorluğu ve İnsan Olmanın Üçüncünün Şahitliğiyle Mümkün Oluşu
İnsan moral bir canlıdır ve anlam verme insana dair olandır. İnsan yavrusu dünyadan ayrışma süreciyle ‘anlamlandırma’ kaygısını sırtlanır ve anlamın bilgisini arar. Psikanalize göre insan doğadaki en eksik canlıdır ve insanın bu eksikliği benlikteki yarık olarak nitelenir. Yine yapısalcı psikanaliz; insan yavrusunun benliğindeki bu yarıkla baş etme çabasının başkalarında kendi tezahürünü görebilmesinden geçtiğini söyler. Biz başkalarının gözlerinde kendimizi ararız. Bakım verenin gözleri insan yavrusunun ilk aynası, kendini gördüğü ilk adres ve içine düşeceği kültürel inşanın çukurudur. Tıpkı suda yansımasını gören; adını narsizme, narkoza ve bir çiçeğe vermiş olan klasik mitoloji kahramanı Narkissos’un hikayesindeki gibi, insan da kendi varlığını ancak başkasına ait bir yansımada yani bir aynada keşfeder. Üzerimizde dolanan bakışlara sahip her göz adeta Narkissos’un yansımasını gördüğü o “göl”dür… Koreli kültür analisti Chul Han “Eros’un Istırabı” makalesinde insanın temel yaşam motivasyonunun ötekine yönelmek olduğunun detaylarına iner ve narsistik benliği aşmanın bir türü olarak aşktan bahseder. Chul Han’ın dediği gibi göldeki yansımasına aşık olan Narkissos bununla yetinmez, görünürlüğüne bir de şahit arar ve göründüğünü üçüncü bir göze ispat etmek ister. Çünkü insan yansımasının bilgisini ancak kurguladığı bir “üçüncü öteki”de deneyimleyebilir. Ben olmayan aynı zamanda sen de olmayan bir üçüncü, ben-sen ve benim sana karşı aldığım pozisyonun şahidi olan bir başkası. Yani insanlaşmanın bilgisi ikiye eşlik eden bir üçüncünün varlığıyla mümkün. İnsanın toplumsallaşma motivasyonunu ve göründüğünü gösterme kaygısını buradan süzmemiz hiç de güç değil. Kendimizi fotoğraf karesinde görmelere, kendimizde gördüğümüzü gösterme uygulamalarının; çağımızın bir tür “üçüncü” tasviri olduğunu neden söyleyemeyelim? Ya da bize kendi yansımamızı gösteren ayna misyonuyla hareket eden olan dostlarımızı, aşklarımızı, toplumsallaşmalarla büyütmemiz bize neden bu kadar güvende hissettirsin? Çoğu dinde ve yasada evlilik ya da büyük satış anlaşmalarının bir şahidin varlığı ile geçerli olma hükmü de yine insanın üçüncüyle ilişkisinin başka bir formu değilse nedir? Lacan; İnsan yavrusunun dünya ile karşılaşması ötekine teslim olmasıyla başlar, der. Üçüncü yasadır ve sadece iki kişi arasında kalan her ilişki yasadışıdır, yasanın dışındadır. Farklı bir parantezle Agambe’nin “profan” dediği yasaya karşı çıkmayı öne çıkaran tezini Chul Han eksik bulur ve tamamen mesafesiz/şeffaf olanın esasında erotik değil pornografik oluşundan bahseder. Ötekinin şahitliğinden uzak ve insanın sadece dürtü ve arzularına teslim edilmiş kültürel kodların dışında bir bölge yeterince güvenli bir bölge midir? İnsanın kendi doğasına yabancılaşarak insanlaştığı yani temel dürtü ve arzularının yasa önünde şekillenmesiyle oluştuğunu düşününce üstelik, zira ensest yasağı toplum olmanın başlangıcı ve bu teorinin de bir ispatıdır.
Göbeklitepe’nin Tarihsel ve Psikolojik Anlamı
İnsan yavrusu; Taş Tepelerde, bundan yaklaşık on iki bin yıl önce “insanlaşmanın” eksikliğini kabul etmiş ve hakikate karşı pozisyon almaya cüret etmişti. Hakikat ile karşılaşmayı toprağı ekip biçmekten çok daha önce istemişti. Lacan’a göre imgesel sonrası dönemde insan yavrusu hakikati yani gerçeği, sembolik olanla kurar. Göbeklitepe de bu doğrultuda taşların arasında keşfedilen sembolleri ve taşın hafızasıyla binlerce yıl öncesinden yapısal psikanalize neredeyse kaynakça olmuştu. 12.000 yıl önce Göbeklitepe’deki insanlar yansımasına şahit bir kendi ötekisini yani üçüncüsünü aramak için; Narkissos’un baktığı gölden kafasını kaldırıp gökyüzüne bakmıştı. Yani Göbeklitepe’deki tapınakları yapan insanlar göldeki yansımasına şahit arayan Narkissos’tan başkası değildi. Burada temel tarihsel bilgi olan fiziksel ihtiyaçlardan ötürü yerleşik yaşama geçme kabulleri tartışmaya açılırken psikolojide de uzun zamandır eleştirilen Maslow ihtiyaçlar piramidi hiyerarşisini sorgulamak da elbette yanlış olmaz. İnsan yavrusu, anlamı arama çevresinde fiziksel evreni inşa etmişti bununla birlikte toprağa tohum ekmiş ve tarım devrimini bundan sonra başlatmıştı. Taş sütunlar, doğum yapan kadın tasviri, taş sütunlar üzerine yapılan hayvan sembolleri yine 1970 yılında Lacan’ın söylediği üzere insanın hakikati ararken sembolik olanla ve sembolize etmelerle ne denli güçlü bir bağı olduğunu bize gösteriyordu. İnsanın binlerce yıldır değişmeyen bazı dertleri vardı, Göbeklitepe’den Lacan’a uzanan o yol ve bilinmezlikteki anlamı keşfetme ihtiyacı on iki bin yıl kadar eskiydi.
Bilgi, çağdan çağa değişebilirliğini içinde barındırmasıyla meşhurdur. Her yeni keşif yeni nedenler ve bazen farklı sonuçlar demek. Sembolik olanın hakikatle arasında hep bir boşluk vardır, onları bir arada tutan bir boşluk. Çağlar öncesinin bilimsel kabulleri bugünün mitolojik öğretilerine dönüşmüş durumda, bugünün doğrularının yarının hangi öğretileri olacağı bilinmez.
Göbeklitepe’nin keşfiyle birlikte, insanlığın evrimi ve motivasyonlarına dair köklü inançlarımızı yeniden düşünmek zorunda kalıyor muyuz?
Ayşegül AYHAN
Psikolojik Danışman