
‘Öz olmayınca söz yükselmeyip göklere çıkamıyor.’
William SHAKESPEARE
Başlangıçta söz vardı; kutsal kitapta ilk cümle bu şekilde başlar. Söz simgesel olandır, yani gerçek olanın temsilidir. Peki ya dile gelmeden önce söylenecek olan neydi, başka bir deyişle sözden önce ne vardı? Bu soru Goethe’nin de aklını kurcalamış olacaktır ki İncil’in Almanca çevrisinde bu cümleyi ‘Başlangıçta eylem vardı’ olarak değiştirir.
Söze konu olacak, eylenecek bir durumun olması için öncesinde meyl, arzu, muhabbet, diyalog olması gerekir. İnsanın arzu ile ilişkisi ötekine bağlanmaktadır. İletişmek kelime kökeni bağlamında değerlendirdiğimiz zaman dahi işteşlik fiiliyle karşımıza çıkar, içerisinde karşılıklılık, ötekinden yansımaya ihtiyaç duyan bir yapı barındırmaktadır. İnsan yavrusu ilişkisel bir canlıdır, ötekiyle ürettikleri üzerinden ilişki kurar ve insanın bu ilişkiselliği en evrensel formunda dil üzerinden gerçekleşir. Nesne ilişkileri kuramına göre yaşamın ilk yıllarında nesneler üzerinden kurduğu ilişkilenme prototipleri yetişkinlikteki ilişki örüntülerini oluşturacaktır, çünkü bütün nesne ilişkileri kendini tekrarlama eğilimindedir. Bir yetişkin de tıpkı bir çocuk gibi kendisinden çıkanı ona geri yansıtacak bir nesne/zemin/ayna/öteki arar. İnsan yavrusu nesneyle kurduğu ilişkiye göre bir kişilik örgütlenmesi geliştirir. Nesne kavramını psikanalitik zeminde kullanan ilk kişi Freud’dur. Freud, kendilik ve nesne tasarımları her zaman açıkça ayırt edilemez dediği 1917’de yayınladığı makalesinde insan yavrusunun nesne ile ilişkisinden kendi tasavvurunu oluşturduğunu ifade eder.
Travma ve Bellek
Travma zaman ve mekân algısının yitirilmesi, mevcut şemalara dair bilişsel örgütlenmelerin kaybolması demektir, var olan bütünlük hissine tehdittir. Daha önce bilinenlerin dışında bir şey, söylenmiş olan sözlerin uzağında yeniden söz üretilmesi gereken yerde bırakır kişiyi. Felaketlerde insanın ilişkisel bağları kopar, dünyayı ve hayatı anlamlı hale getirdiği kişilerle olan bağı o kişilerle birlikte kaybolur, ruhsal bütünlüğün yeniden inşası gerekir. Travmada bildiğini unutan insan yavrusu kurması gereken yeni ilişki ağları, anlam örüntüleriyle birçok şeye yeniden başladığı için bir bakıma çocuklaşır. Nasıl ki bir çocuk kelimeleri keşfedip anlam organizasyonu kuruyorsa, kişi de bu süreçleri tıpkı bir çocuk gibi başından itibaren yeniden yaşar.
Kayıp köklerini arar, kök de kaybedileni. Travmada unutmak, unutturmak değil olayın içinde kalarak anlam vermeye çalışmak gerekir. Anıtlar yas tutmak için bu bağlamda en önemli simgelerdir. Simgesel karşılık yoksa anlam yerini bulamaz ve boşlukta savrulur. Anı ve anıt kültürü hafıza kaydı oluşturmak içindir. Kayıt yoksa bellek köksüz kalır. Anlamsal bellekten anının tekrar çağrılması için mekâna bağlı hafızanın güçlü tutulması gerekir; bu yüzden anıt travma sonrası baş etmeyi güçlendiren faktörlerdendir. Birçok kültürel kodun mezarlık ziyareti ritüelinde ortaklaşması, mezar taşlarında isimlerin yazması bu sebeptendir. Toplu mezarlar, isimsiz mezarlıklar bu yüzden acı ya da hüzünden ziyade korku ve ürperti uyandırıcıdır, dehşet verici ve trajiktir. Kökünü arayan belleğin mekâna dayalı sabit bir forma ihtiyacı vardır.
Çoklu ölümler sanıldığının aksine kaybı trajik bir biçimde daha kolay unutulur kılabilir, çünkü kaybedilen hikayesi olan bir şahsiyetten ziyade artık bir rakamla ifade edilmektedir. Hatırlanacak bir isim değil unutulacak bir rakam haline gelen çoklu ölümlerin hafızada yer etme kapasitesi ne yazık ki zayıftır, tam da bu yüzden daha trajiktir. Karşılık arayan acı simgesel bir ikame bulamadığı için kaybı yaşayanda kalmaya devam eder, başka bir deyişle dışarı gömülemeyen içeri gömülür. Kendisinden çıkanı yansıtacak bir yer bulamayan ego nesne ilişkilerini kendisine yönlendirir. Ağıt devam eder ve acı rumine edilir. Kolektif bilinç diye bir şey varsa, felaketlerde ve kolektif travmalarda kaybı unutturacak değil hafızada bir kayıt oluşturacak mekanlar gereklidir. Anıtlar gidenle geride kalanın hesaplaşması için önemli yerlerdir. Tıpkı mezarlıklar gibi müzeler de kaybın sonrasında psikolojik sağlamlığı ve iyileşmeyi güçlü tutacak olan mekanlardandır. Yas hem geçmişi tekrar yazmak hem de geleceği hayal edebilmek adına ve bir son veya bitişi reddetmekten ziyade; hatıra ve tarih için mekân yaratır (Brennan, 2008; akt. Kamış, 2022). Matem ilk etapta sözünü kaybeder, sessizdir. Yaslılar ve yas evlerinde bu yüzden hep sessizlik vardır. Özellikle kolektif kayıplarda sessizlik muhkem bir dayanaktır, yansıtma nesnesi bulamayan acı yasın yaşanmasını da mümkün kılmaz.
Dil, Ağıt ve İyileşme Süreci
Dile gelemeyen ve dile getirilemeyenin ayrımının yapılması, sessizlik biçimlerinin kategorize edilmesi gereklidir. Dile gelemeyen için sessizlik bir söylem biçimi midir? Dil, literal, determine edilmesi yani neden sonuç içine alınması mümkün bilimsel bir disiplindir. İmgesel olanın bilimsel olana değmeyen bir yanı mevcuttur, ağıtlarda söz ve ses bu literalizasyonun dönüşebildiği nadir alanlardandır. Bu gerçekle ilgili Freud, ‘nereye gittiysem bir şairin benden önce oraya uğramış olduğunu gördüm’ der. Acıyı, kaybı anlamlandırmada yakılan ağıt, sesin sözle buluşmasıyla hafızada geri getirilecek bir söylem biçimi kurar. Ağıtlarda sözün kendi nağmesi, kendi hikayesi ve hakikati mevcuttur. Ağıtlarda ritüeli destekleyen unsurlardan biri belki de bu yüzden mekândır. Ağıt metinlerinde sıkça ölüm olayının olduğu mekân veya öldükten sonra anmak için cenazenin getirildiği mekânlardan bahsedilmiştir. Hatta bazı toplumlarda yas için toplanılan özel alanlar bulunmaktadır (Kamış, 2011).
İnsan bedeninin de ruhsal yapının da kendisini onaran bir yanı vardır. Travma sonrasında anlamı kaybetmenin acısıyla baş etmeye çalışırken insan yavrusu ilk çocukluk deneyimlerindeki gibi yeni anlam organizasyonlar kurmaya çalışır, nesneye yani ötekine yönelir, çünkü yukarıda da yazdığı üzere nesne ilişkileri tekrarlama eğilimindedir. Acı önce ötekinin tanıklığına ihtiyaç duyar sonra da sembolize edilmek ister, yas evleri, kaybı olana taziye ziyareti bu yüzdendir. Taziye ‘senin acına tanığım’ deme şeklidir, mezar taşı ise kaybı kabullenmektir, mekânsal hafızanın oluşturulamadığı kayıplarda ölen içeri gömülür, yas ise uzun sürer. Anıt ve ağıt ölene saygı kalana yâd imkânıdır, mekân hafızanın ikamesidir. Unutulan değil hatırlanan iyileştirir.
Ayşegül AYHAN
Psikolojik Danışman