
Kadercilik kavramı, hemen hemen her disiplin tarafından açıklanmaya çalışılan, yaşamda olup bitenlerin önceden doğaüstü bir güç tarafından belirlendiğine; önceden belirlenmiş olan bu senaryonun değiştirilemeyeceğine, çaba harcayarak dahi bu belirlenmişliğin dışına çıkılamayacağına duyulan inancı ifade eder. Kaderci eğilimlerde, yaşananların hayatın kaçınılmaz bir gerçeği olarak kabul edilmesinin gerekli olduğu, bireyin kendi yaşamında kontrol sahibi olamayacağı ve insanın seçim yapma şansının olmadığı düşünceleri yer almaktadır (Kasapoğlu, 2008). Yaşamının herhangi bir evresinde baş edemeyeceğine inandığı olay ve durumlarla karşılaşan birey, bu baş etme sürecinde kendilerini korumak için sorumluluktan kaçınma eğilimine girebilmekte ve bu nedenle kaderci yaklaşımlarda bulunabilmektedir. Birey, bu yolla kendi sorumluluğundan kaçmakta ve baş etmekte zorlandığı olayların, durumların sorumluluğunu dışsal bir güce atfederek kendini korumakta ya da koruduğuna inanmaktadır (Kuşat, 2000).
Kaderci yaklaşımın getirdiği düşünme biçimleri ve davranış örüntüleri, bu kavramın psikoloji literatüründe de kendisine yer bulmasına yol açmıştır. Bu anlamda hür iradesiyle dış dünyada tanınan, seçimler yapma ve sorumluluklar alma gibi eylemlerde bulunan varlıklar olan insanların, kendileri adına seçimler yapıldığına yönelik güçlü inançları gerçekten de tartışmaya değer bir durum olabilir. Ruh sağlığı perspektifinden bakıldığında, kadercilik eğilimleri ile öz yeterlilik ve kişilerarası yeterlilik algıları arasında anlamlı ilişkiler olabileceği düşünülmektedir (Kaya ve Bozkur, 2017). Bu yazımızda, kadercilik kavramını Gerçeklik Terapisi’nin “Seçim ve Sorumluluk” vurgusu çerçevesinde tartışmaya çalıştık.
Gerçeklik Terapisi ve Seçim Teorisi
William Glasser tarafından ortaya atılan Gerçeklik Terapisi, temelde seçim teorisine dayanan, varoluşçu kökenli bir kuramdır. Gerçeklik terapisinin temel amacı, didaktik bir süreç içerisinde danışanların yaşamlarındaki seçenekler üzerinde kontrol sahibi olmalarını sağlamaktır. Kuramın çıkış noktası olan seçim teorisinde bireylerin kendi duygu, düşünce ve davranışlarından sorumlu oldukları vurgulanmaktadır; mutluluğun da hüznün de temel kaynağı bireyin kendisidir. Buradan anlayacağımız üzere, yaşamın kontrolü bireydedir. Bu anlamda psikolojik olarak sağlıklı ve işlevsel olmanın göstergesi; bireyin kendi seçimlerinin, sorumluluklarının ve kontrolünün farkında olması, seçim yapmaya yönelik öz yeterlik algısının yüksek olmasıdır. İnsan pasif bir varlık değil, seçimler yapabilecek ve bu seçimlerin sonuçlarını olağan karşılayabilecek, sorumluluk alabilecek güçlü bir varlıktır. Tüm bu seçim-sorumluluk vurgusu ise bağımsızlık temel ihtiyacımıza dayanır. Bu ihtiyaç, hayatımızı yaşama, kendimizi ifade etme, ilişkiler kurma ve yürütme biçimlerimiz üzerindeki söz hakkımızın varlığından bahseder. Yaşamımızda olup bitenlerin dışsal bir kontrol mekanizması tarafından belirlendiğine yönelik inançlarımız, bu noktada psikolojik sağlığımıza en çok zarar veren yaklaşımlardandır. Kuramın dayandığı seçim teorisine göre, kendi davranışlarımızın yaratacağı sonuçları kabul etmeye gönüllü olduğumuzda, dışsal faktörlerin bizi kontrol edebilmesi ihtimalini de yok ederiz (Karataş ve Yavuzer, 2019). Başka bir ifadeyle, denetim odağımızın ve kontrol duygumuzun gelişmesi, bizi psikolojik olarak daha sağlıklı, dayanıklı ve işlevsel kılar.
Kaderci eğilimlerimizi de tam bu noktada ele almak gerekli hale gelmiştir. Dışsal olarak mı kontrol ediliyoruz yoksa kendi seçimlerimizin sorumluluğunu almaya ve özerk olmaya mı direniyoruz? Yaşadıklarımız üzerinde dışsal bir gücün varlığını kabul ederken, kendi yeterliliklerimizi inkâr ediyor olabilir miyiz? Buna yönelik elde edilen bazı bulguları inceleyelim.
Kadercilik, Öz Yeterlilik ve Kişilerarası İlişkiler
Psikoloji literatürü incelendiğinde, öz yeterlik inancı düşük olan bireylerin yüksek düzeyde kaderci eğilimler gösterdiği bulunmuştur. Kişisel anlamda kontrol sahibi olduğunu hisseden bireyler, kaderci yaklaşımlara daha az ihtiyaç duymaktadırlar. Başka bir ifadeyle düşük öz yeterlilik ve kontrol duygusu gösteren bireyler, yaşamlarında olup bitenleri daha çok kendi davranışlarına değil, kadere ve dışsal faktörlere bağlamaktadır (Kaya ve Bozkur, 2017).
Kişilerarası ilişkiler açısından bakıldığında ise, kadercilik eğiliminin yüksek olması yine kişilerarası yeterlilikteki düşüklüğe işaret etmektedir. Başka bir ifadeyle kadercilik eğilimi yüksek olan birey, toplumsal yaşam içerisinde içinde bulunduğu ilişkilerde de kendi davranışlarının sonuçlarını üstlenmemekte, ilişkilerin akışında gerçekleşenleri dışsal faktörlere bağlamaktadır. Bu bireyler, çaba göstermenin ilişki içerisindeki dinamikleri değiştirmeyeceğine, tüm olanların zaten dışarıdan bir güç tarafından önceden belirlendiğine inanmaktadır. Bu anlamda bu bireylerin, kendi yaşamları üzerinde kontrol sahibi olmadıklarını düşündükleri söylenebilir (Kaya, 2020).
Gerçeklik Terapisinin Etkileri
Gerçeklik terapisi uygulamalarına gelince, araştırmalar çocuk ve ergenler üzerindeki gerçeklik terapisi uygulamalarının, problemli bireylerin içinde bulundukları gruba uyumlarını arttırdığını ve daha sorumlu bireyler olmalarını sağladığını göstermektedir. Özellikle yılmazlık özelliğine sahip çocukların uyum becerileri, zor koşullarda içsel kontrolün gelişmesine katkı sağlamaktadır. Araştırmalara göre aşırı kontrollü olma özelliği gösteren çocuklar, diğer çocuklara göre ergenlik sürecinde sosyal çekingenliğe daha yatkın olma ve düşük benlik saygısı gösterme eğiliminde olmaktadırlar. Kontrolsüz olma özelliği gösteren çocuklarda ise; diğer çocuklara göre ergenlik sürecinde saldırgan davranışlarda artış görülmektedir. Bir başka bulgu ise, gerçeklik terapisi ekolü ile yürütülen uygulamalar sonucunda bireylerde yılmazlık düzeyi, içsel denetim odağına paralel olarak artmaktadır. Bu da bireyleri daha sorumlu, farkında ve işlevsel bir hale getirmektedir (Ünüvar, 2012). Bu bulgular, yetişkinlerde de durumun benzer şekilde seyrettiğini düşündürmektedir.
Sonuç
Sonuç olarak, yaşamımızda olup bitenleri tamamen doğaüstü faktörlere ve kadere bağlama eğilimimiz, ilahi inançlarımızın güçlülüğünden ziyade kendi yeterliliklerimize olan inancımızın düşüklüğünden kaynaklanıyor olabilir. Kendi irademizi ve sorumluluklarımızı yok saymadığımız sürece inançlarımız, aslında bizi pasifize etmeyip daha güçlü ve işlevsel bireyler haline getirebilir. Çoğu zaman düştüğümüz yanılgıların aksine, sorumluluk almak bizi yoran değil, büyüten ve güçlendiren bir eylemdir. Kendi işlevselliğimizi arttırmanın en önemli anahtarlarından biri kendi kontrol mekanizmalarımızı keşfetmek ve sorumluluklarımızın bilincinde olmaktır. Bu yolla kendi geleceğimizi tasarlamak, çok daha gerçekçi ve anlamlı olacaktır.
Onur İbrahim ATAY
Psikolojik Danışman