Kapatmak için ESC'ye basın

PsikolektifPsikolektif Ortak Noktamız: Ruh Sağlığı

Milli Kimlik İnşasında İdeal Erkeklik Biçimi: Militarist Erkek – Psikolektif Dergisi – Sayı – 12

Bu Yazıyı Tahmini Okuma Süresi: 2 Dakikadır.

Hayatın birçok alanını hala derinlemesine etkileyen militarizm; en yalın tanımlamayla askeri değerlerin ve pratiklerin yüceltilmesi ve toplumsal hayatın örgütlenmesinde önemli bir rol oynaması anlamına gelmektedir (Sünbüloğlu, 2013).

Militarizm; askeri değerlerle toplumsal hayatın örgütlenmesini içeren milli kimlik inşası sürecinde aidiyet duygusunu güçlendirmekte, birlik olma olgusunu desteklemekte, milli güvenliği sağlayıcı bir görev duygusu aşılamakta, askeri başarının elde edilmesinde önemli kılınmaktadır. Bununla birlikte toplumsal cinsiyet rolünü destekleyici nitelikleri de içerisinde barındırmaktadır. Akgül (2010), erkeği savaşmaya ve ölmeye ikna etmek için savaşçı özellikler ile uyumlu “ideal” bir erkeklik tanımıyla ahlaksal normların dayatıldığını söyleyerek, “koruyan-kahraman erkek” imgesiyle erkeğe iktidar vaat edildiğini belirtmektedir. Örnekle günümüzde “vatan borcu, namus borcu” gibi söylemlerle pekiştirilen askerlik görevi ve onun asli unsurları olan erkek bireylerin iktidarı, rahatlıkla gözlemlenebilmekte ve toplumda her daim sergilenebilecek, taşınabilecek türden bir gurura dönüşmektedir (Doğan, 2019). Toplumda “ideal” olarak tanımlanan erkekliğin temellerinden olan askerlik görevi yerine getirilmediğinde erkekler kaçak durumunda görülmekte, evlilik ve kariyer gibi gelişim görevlerini gerçekleştirmede askerlik engelleyici bir unsur haline gelebilmektedir. Bu engelleyici durum ve olumsuz bakış; bireyin benliğine bir tehdit unsuru haline gelebilmekte, kimlik karmaşasını tetikleyebilmekte, öz-saygı yitimine yol açabilmekte, sosyal dışlanmaya ve psikopatolojik davranışlara sebep olabilmektedir.


 

Militarizmin Bireysel ve Toplumsal Etkileri

 

Hangi zümreden ve mezhepten olursa olsun gençlere iyi bir insan olmaları ve de yalnız insanlara değil, hayvanlara bile vurmanın, onları öldürmenin kötü bir şey olduğu öğretilir, ayrıca insan onuruna büyük değer verilmesi gerektiği ve bu onurun da insanın vicdanına uygun şekilde davranmasından ileri geldiği söylenir. …Ama bütün bu öğretilenlerden sonra gençler askere alınırlar ve burada öğrendiklerinin tam tersini yapmaları istenir kendilerinden: Yalnız hayvanları değil, insanları da yaralamaya ve öldürmeye hazırlanmaları, tanımadığı insanları öldürme emrine itaat etmek üzere insan onurunu bir yana bırakmaları söylenir (Tolstoy, 1994, s. 12-13).

Selek (2010), şiddetin ve disiplin mekanizmalarının oldukça keskin işlediği savaş koşullarında, erkeklerin, ölme riski ve öldürme zorunluluğunun iç içeliğinde korkuyu, ağır travmaları, duyarsızlığı ve namus-kahramanlık duygularını birlikte yaşadıklarını söylemekte ve kutsal sayılan bir varlığın içinde eriyerek yüceleceklerini hissederlerken bir yandan da yaşamak istediklerini belirtmektedir. Bu durum, gençlere öğretilen iyi insan olma felsefesi ile askerlik dönemindeki gerekliliklerin ortaya çıkardığı çelişki durumunun içsel çatışmaya sebep olabileceğini doğrulamaktadır. Bu çatışma sonucunda bireyde oluşan kaygı ve huzursuzluk hissinin hafifletilmesinde, psikolojik iyilik halinin korunmasında mantığa bürüme, bastırma gibi savunma mekanizmaları rol oynamaktadır.

ABD’de yapılan birçok araştırma; Travma Sonrası Stres Bozukluğunun en çok savaşa katılan askerlerde görüldüğünü, Vietnam Savaşı’na katılan askerlerin %53,4’ünün bu rahatsızlığı yaşadığını, II. Dünya Savaşı’na katılanların ise hala bu hastalıktan çekmekte olduklarını göstermektedir. Showalter’ın, bu hastalığı, “güçlü duyguların bastırılmasına neden olan bütün erkeklik kalıplarına vücudun bir şikayeti” şeklinde yorumlaması, rahatsızlığın sadece askerlerde değil, bu kalıpların dayatıldığı her erkekte görülebileceğini işaret etmektedir (Goldstein, 2001; Akt., Akgül, 2010). Yani her an savaş tehdidi altında olunması karşısında militarizm ile güçlü durulmasının, başarı elde edilmesinin yanı sıra örgütlenmenin bütüncül bir felsefe ile sunulmaması, bireysel farklılıkların yok sayılması nedeniyle etiketleme ve değersizleştirme karşısında bireyde başlayan çeşitli ruhsal bozuklukların yaygınlaşarak toplumsal bir sorun haline gelebileceği öngörülmektedir.

Demokratik düzen içerisinde, barış idealizminin yaşatıldığı yeni ve çoğulcu “biz” algısının bu gibi sorunlara karşın önleyici bir etkiye sahip olacağını temenni etmekteyim.

Özge ÇANKAYA

Psikolojik Danışman