
“Travma anında kurban ezici bir kuvvet tarafından çaresiz hale getirilir. Kuvvet doğanınki olduğunda, afetten söz ederiz. Kuvvet başka bir insanınki olduğundaysa, vahşetten söz ederiz. Travmatik olaylar insanlara kontrol, bağ kurma ve anlam duygusu veren olağan davranış sistemlerini alt üst eder.” (Herman, 2019, s. 41). Kriz, bireysel yaşamda veya toplumsal öngörülemeyen ve beklenmedik biçimde ortaya çıkan, iyi yönetilmesi gereken güç bir durumu ifade etmektedir (Türk Dil Kurumu). Pek çok sebep küçük veya büyük ölçekli toplumsal krizlere neden olabilmektedir. Savaş, göç, kıtlık, salgın hastalıklar, ekonomik kayıplar, iklimsel değişimler ve doğal afetler gibi birçok olay toplumsal yaşamı tehdit edebilecek boyuta gelerek krize neden olabilmektedir (Büyükkaracığan, 2016). Çözülmenin önlenmesi için toplumsal kriz karşısında toplumsal kurumlar iş birliği içinde tekrar bağlantı kurarlar (Wagner, 2005: 74; Akt. Avcıoğlu, 2013). “Bu işbirliğinin açıkça görüldüğü ve toplumsal krize örnek oluşturan afetler, bilinmezlik ve öngörülemezlik niteliğiyle tehdit edici bir unsur olan, merkezine insanı alan ve teknik, siyasal, sosyal, ekonomik boyutları olan sebeplerden öte doğurduğu sonuçlar açısından “afet” olarak adlandırılmaktadır (Kadıoğlu, 2008).
Deprem ve Travmatik Etkileri
Bir doğal afet türü olan deprem de ani bir şekilde ortaya çıkması, bir panik ve kaygı ortamına sebep olmasıyla toplumsal krizi örneklendirmektedir. Bu noktadan hareketle özellikle fay hatlarının yoğun olarak bulunduğu bir deprem kuşağında yer alan ülkemizin deprem afeti tehdidi ve beraberindeki yıkıcı etkilerle ciddi bir biçimde karşı karşıya olduğu bilinmektedir (Demirtaş, 2000). Özellikle depremde görülen artçı sarsıntılar korku ve panik etkilerinin kronik olarak devam etmesine de neden olmaktadır. Böyle bir süreç beraberinde kayıpların yaşanma olasılığının bulunduğu, kısa veya uzun vadeli travmatik etkileri olan bir dönemi de getirmektedir (Esra, 2006).
Deprem gibi bir kriz anında verilecek olağan ilk tepki (tepkisizlik) psikolojik şok olabileceği gibi sürecin ilerlemesi ve olaya ait etkilerin kalıntı boyuta indirgenmesi durumuyla da bunu kayıp ve yas süreci takip edebilecektir. Deprem başlı başına travmatik bir stres etkeni olduğundan afet esnasında ve post travmatik durumda bireyin vereceği tepkiler stres etkenleri karşısında verilen genel stres tepkilerine benzer bir görünüm sergilemektedir. Depremin ardındaki süreçte doğrudan veya dolaylı olarak olayla ilintili bazı faktörler söz konusu zorlanımın kronikleşmesine yahut görüntülerin ortaya çıkmasına olabilmektedir. Olaya ait sürekli hatırlatan uyaranlardan kaçınma davranışları, olayı halinin yeniden yaşama, istemsizce olayı hatırlanması, olayla ilgili konuşmak istememe bahsi geçen faktörleri örneklendirmektedir (Özcan, 2000; Dizer, 2008).
Depremin Ruhsal Etkileri Üzerine Araştırmalar
Depremin yol açtığı kısa ve uzun vadeli yıkıcı ruhsal etkileri görebilmek açısından alanyazında, söz konusu travmaya maruz kalmış kişilerle yapılan pek çok çalışma bulunmaktadır. Bir grup araştırmacı tarafından Erzurum Aşkale depreminin fiziksel, psikososyal ve geç etkilerini araştıran bir çalışmada bölgede gerçekleşen depremin ardından fiziksel yaralanmaların yanı sıra psikolojik travma sebebiyle acil servise başvuran hastaların bulunmuş olduğu verisi bu konuyu örneklendirmektedir (Çakır, Sarıtaş, Aslan, Uzkeser ve Sarıkaya, 2006).
Marmara Depreminden altı yıl sonra Sapanca’da Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) ve anksiyete bozukluklarını değerlendiren bir başka çalışmada araştırmaya dahil olan bireyler üzerinde olaydan altı yıl sonra dahi TSSB ve anksiyete belirtilerinin gözlendiği, depremi rüyasında görenlerde ve deprem sonrası günlük alışkanlıklarını değiştirenlerde TSSB, orta ve şiddetli anksiyete görülmesi anlamlı olarak daha fazla bulunmuştur. Elde edilen bulgular depremin psikolojik iyi oluş hali üzerinde olaydan belli bir zaman geçmesine rağmen etkilerinin sürdüğünü göstermesi bakımından bir doğal afete bağlı kriz ve beraberinde yaşanan travmanın uzun vadeli etkilerini somutlaştırmaktadır (Önsüz, Topuzoğlu, İkiışık ve Karavuş, 2009).
Psikolojik Sağlamlık ve Yas Süreci
Psikolojik travmaların ardından bir kriz durumu ortaya çıkabilmektedir. Fakat kriz ortamındaki her birey travmanın etkilerinden farklı düzeyde etkilenmektedir (Bullock ve Coppola, 2016; Akt. Kukuoğlu, 2018). Buradan hareketle bireylerin travmatik olay karşısında tepki verme mekanizmalarındaki farklılık, olaya ve etkilerine uyum sağlayabilme süreci karşısında psikolojik sağlamlık (resilience) kavramı öne çıkmaktadır. Bonanno (2004) bu olguyu travmaya maruziyetin ardından geçici psikolojik tepkileri içeren bir esneklik olarak tanımlayarak travma sonrası stres bozukluğundan ayırır. Bu esnekliğin salt psikopatolojinin yokluğundan daha fazlasını ifade eden bir durum olduğunu savunur. Bu olgu, zorlayıcı durumlar karşısında hayatta kalabilme becerisi olarak da ifade edilebilir (Bonanno, 2004).
Kübler-Ross’un Ölüm ve Ölmek Üzerine adlı kitabında sınıflandırdığı beş aşamalı Yas Kuramı, bir kriz durumuyla beraber görülebilen kayıp ve yas sürecinde gösterilen tepkileri daha iyi anlamak açısından önem arz etmektedir. Bu kurama göre böyle bir süreçte öncelikle yaşanan olayı ve sonuçlarını inkar ve yalıtma, duruma karşı öfke ardından pazarlık süreci, depresyon nihayetinde kabullenme süreci gelmektedir. Bireyler inkârı travmatik olay karşısında gösterilen ilk tepki olan psikolojik şok karşısında bir savunma mekanizması olarak veya travmatik deneyimle başa çıkma amacıyla kullanabilir. Fakat inkârın uzun süreli kullanımı beraberinde endişe ve kaygıya neden olmaktadır. İnkar süreci etkisini yitirdikten sonra bireyin olayın varlığını kabullenmesiyle öfke süreci başlamaktadır. Bu süreçte kişi yaşanan durumu niçin kendisinin yaşadığını sorgulayarak yaşamındaki diğer bireylere, çeşitli durumlara ve olgulara karşı öfke duyabilmektedir. Öfke ise zamanla yerini pazarlık sürecine bırakmaktadır. Bu süreçte birey ‘niçin şimdi?’ sorusuna yoğunlaşmaktadır. Adeta bir pazarlık sürecine girerek yaklaşmakta olan sonu ertelemeye çalışmaktadır. Umudun da görüldüğü bu süreçte kişi her şeyin eskisi gibi olabilmesi için çeşitli yollar deneyebilmektedir. Kübler-Ross bu süreçte yaklaşmakta olan ölüm karşısındaki bireyin yeni tedavilere duyarlı olduğunu belirtmektedir. Bireyin mevcut durumu iyice fark etmesiyle depresyon süreci gelmektedir. Bu süreçte bireyde öncesinde sahip olduğu fakat kaybettiği pek çok şey (sağlık, neşe vb.) ile kaybetmek üzere oldukları (aile, arkadaşlar vb.) için yas tutma eylemi gözlenmektedir. Bu süreçteki bireylerin yanında olarak varlığımızı hissettirmek ve onlara destek olmak faydalı olabilmektedir. En son aşamada birey yaklaşmakta olan ölümünü kabullenmektedir. Bu süreci deprem sonrası kayıp yaşayan bireyler için de artık bu kaybı kabullendikleri, yeniden uyum sağlamak için işbirliğine girebilecekleri bir dönem olarak değerlendirebilmekteyiz. Fakat Kübler-Ross ölümünü kabullenmiş olan birey ile yaşama isteğini kaybetmiş bireyler arasında ayrım yapılması gerektiğini belirtmektedir. Bu iki bireyden kabullenmiş olan “inancı” temsil ederken, vazgeçmiş olan “umutsuzluğu” temsil etmektedir (Ross, 1971; Ross, 1972; Schulz & Aderman,1974).
Psikolojik İlk Yardım ve Destek Hizmetlerinin Önemi
Görülmektedir ki deprem yalnızca maddi bir yıkıma değil aynı zamanda derin ruhsal yıkımlara ve hasara da neden olmaktadır. Bu durum karşısında psikolojik ilk yardımın ne denli önemli olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Bu travmaya birincil ve ikincil olarak maruz kalmış bireylere yönelik psikososyal destek çalışmaları uyum sağlama sürecini olumlu yönde etkileyecektir. Bu destek hizmetlerinin devlet politikalarıyla desteklenerek özellikle uzun vadeli olarak planlanması önem arz etmektedir. Çünkü çalışmalar göstermektedir ki olayın bireyler üzerindeki ruhsal etkileri üzerinden belli bir süre geçmesine rağmen devam edebilmektedir. Bu nedenle psikososyal desteğin bireyler için “ulaşılabilir” hale getirilmesi yaşadıkları zorlu sürecin patolojik bir görünüme bürünmesinin engellenmesine yardımcı olacaktır.
Ayşe BAŞBUĞ
Psikolog