Kapatmak için ESC'ye basın

PsikolektifPsikolektif Ortak Noktamız: Ruh Sağlığı

Psikanaliz, Sinema ve Müzikte ‘Perde’ – Psikolektif’ten – Sayı – 16

Bu Yazıyı Tahmini Okuma Süresi: 2 Dakikadır.

Perde hem somut hem soyut bağlamlarda çok katmanlı anlamlar taşıyan bir simge olarak karşımıza çıkar. Müzikten sinemaya, felsefeden psikanalize kadar pek çok disiplinde “perde”, duyunun sınırında konumlanan hem örten hem de aralayan bir ara yüz olarak işlenir. Bu yazı, “perde” kavramını farklı disiplinlerdeki yansımalarıyla ele almayı ve bu yansımalar arasında düşünsel bir köprü kurmayı amaçlamaktadır.

Psikanalitik bağlamda perde, bastırılanın üzerini örten ama aynı zamanda onun ipuçlarını da taşıyan bir yüzeydir. Freud’un “ekran anısı” (screen memory) kavramı, çocuğun bilinçdışı travmalarını örten bir sahne anısı olarak çalışır ve bastırılmış içeriklerin temsilsel bir yüzey aracılığıyla yeniden yapılandırıldığı bir ara yüz olarak ele alınır. Bu anlamda perde, bilinçdışının projeksiyon alanıdır hem korur hem sızdırır. Perde, yalnızca örtme işlevi gören bir yapı değil, aynı zamanda bilinçdışı materyalin simgesel kodlarla sızmasına izin veren geçiş alanıdır. Dolayısıyla perde hem koruyucu bir bariyer hem de temsilin mümkün olduğu bir yüzeydir. Bireyin öznel anlatısında görülen çarpıtılmış sahneler ya da yoğun nostaljik imgeler, bu perde aracılığıyla yeniden yazılmış anılardır; gerçeğin kendisi değil, gerçeğin psişik olarak işlenmiş ve yeniden sunulmuş halidir.

Özellikle Orhan Pamuk’un anlatılarında sıkça rastlanan melankolik hafıza örgüsü, bu tür ekran anılarının metinsel karşılığı olarak okunabilir. Yazarın anlatı düzleminde beliren estetik örtüler – tül perdeler, sisli camlar, puslu aynalar – psikanalitik anlamda, bastırılmış arzuların ve travmatik çekirdeğin dolaylı temsiline hizmet eder. Bu anlamda “perde”, yalnızca bir nesne değil, psikanalitik çözümlemenin en temel varsayımlarından biri olan “dolaylılık” ilkesinin imgesel düzeydeki taşıyıcısıdır. Lacan’ın “ayna evresi” ve “imgelem düzeni” kavramları da bu bağlam içinde düşünülebilir: Birey, kendini tanıdığı o ilk yabancı imgede, perdenin ardındakini değil, perdenin ta kendisini “ben” sanır. Benlik, bir anlamda bir perde kurgusudur.

Sinemada perde tıpkı analitik düzlemde olduğu gibi, görüntünün yansıtıldığı yüzeydir; ama aynı zamanda görselliğin başladığı sınırdır. Perde açıldığında, başka bir gerçeklik başlar. Lacan’ın “bakış” kuramında olduğu gibi, biz yalnızca bakmayız; bakışımız da bakılır hale gelir. Perde, sinemada izleyicinin bilinçdışını tetikleyen bir yüzey haline gelir. Seyirci, izlediği şeyin dışındaymış gibi görünse de perdedeki imgeler bilinçdışını dürter, bastırılmış arzular ve korkularla rezonans kurar. Sinema perdesi, gerçeklik ile fantezi arasındaki o geçirgen katmandır. Felsefi düzlemde, “görünüş” ile “öz” arasında duran bir aracı unsur olarak işlev görür. Husserl’in intentionalite (yönelimsellik) kavramı, her bilincin bir şeye yönelmiş olduğunu söyler, o “şey”in bize nasıl göründüğü, bir tür “anlam perdesi”nden geçerek idrak edilir. Gerçekliğe doğrudan ulaşmak mümkün değildir; her zaman bir yorum, bir perde, bir bakış açısı söz konusudur. Dolayısıyla perde, epistemolojik bir sınırdır: Bilen ile bilinen arasındaki geçirgenliğin karşılığıdır.

Sinemadan sonra en sık aşina olunduğu yer olan müzikte ise perde sesin yüksekliğini belirleyen aralıklara verilen isimdir. Perdeli gitar, her nota için belirli bir fiziksel sınır tanımlar; müzisyenin parmağı, o sesin kesin koordinatında durur. Buna karşın, perdesiz gitar, bu sınırları ortadan kaldırır; müzisyen, sesi mikron düzeyinde kaydırabilir, Batı müziğinin alışıldık armonisini aşarak mikrotonal geçişlere alan tanır bir yerde batı enstrümanlarıyla doğu sesleri çıkarmaya yarar. Bu anlamda perdesiz gitar, duyusal bir özgürlük sunar; kulağın eğitilmemiş kısmı için bulanıklık gibi algılansa da aslında bu aralıklar duygunun ve kimliğin daha özgün bir ifadesini taşır. Perdesizlik sınırların silikleştiği bir ifadedir; belirlenmiş olanın ötesine geçme arzusudur.

Bir ifade aracı, anlamı aktarıcı görevi göz önünde bulundurunca sanatın diğer dallarının da tıpkı dil gibi bir misyon üstlendiğini açıkça söylemek zorundayız. Bilinçdışının bir dil gibi yapılandığını söyleyen psikanalizle ‘perde’ üzerinden ortak anlam zemini kurabiliriz. Tüm bu bağlamlarda perde, sınır ile geçit, gizlenme ile açılma, gösterme ile saklama arasında salınan çift yönlü bir figürdür. Sanatın, düşüncenin ve psikanalizin ortak derdi, perdenin arkasını görmek değil, perdenin neyi nasıl örttüğünü, ne şekilde açıldığını anlamaktır. Çünkü perde yalnızca bir engel değil, aynı zamanda bir davettir: Görmeye, duymaya ve düşünmeye.

Ayşegül Ayhan

Psikolojik Danışman