
‘’…
Kader: Nevada söyler misin bana, sence aşk nedir?
Nevada: Doğu inançlarına göre aşk ulaşılamayanı aramak, ama dünyanın bizim tarafındaki insanların ulaşılmazlığa tahammülü olmadığından yanılsamaların boşluğunda acı çekiyorlar.’’ Engin Geçtan (Tren, syf 172).
İnsan biyopsikososyal bir canlıdır (Kowalski ve Westen, 2005; Akt. Topçu, Saraçlı, Dursun ve Gazeloğlu, 2012). Hümanistik psikolojinin oluşmasına katkı sağlayan Amerikalı psikolog Maslow’un ‘’ihtiyaçlar hiyerarşisi’’ adını verdiği kavramsallaştırmasında da değinildiği üzere birey temelde fizyolojik ihtiyaçlar olmak üzere, güvenlik, sevgi ve ait olma, saygı, kabul görme, kendini gerçekleştirme gibi bir dizi ihtiyaca sahiptir. Bu durum bireyin biyolojik ihtiyaçlarının yanı sıra duygusal ve sosyal yönden de doyurulması gereken bir yönü bulunduğunu vurgulamaktadır (Maslow, 1943). Bu noktadan hareketle bireyin sosyal çevresi içinde diğer insanlarla kurduğu ilişkilerin yakınlık, sadakat, sevme-sevilme boyutunun bir uzantısını da partnerle kurulan romantik duygusal ilişki oluşturmaktadır. İnsanlar tarafından çoğunlukla ‘’aşk’’ olarak nitelendirilen bu ilişki boyutu birçok kişinin yaşanmışlıklarında önemli bir yere sahiptir (Brown, 1994; Akt. Atak ve Taştan, 2012).
Roller ve bu rollere ait yükümlülükler, bireyin sahip olduğu sorumluluklar ve tüm bu süreçlerin oluşmaya başladığı zaman aralığı gelişen dünya ve teknoloji ile farklılaşmaya başlamıştır (Karaduman, 2010). Literatürde son zamanlarda ‘’beliren (gelişmekte olan) yetişkinlik’’ kavramı ortaya çıkmıştır. Ortalama 18-29 yaşları olarak kabul edilen bu dönemde hem çocukluğun hem de yetişkinlik yükümlülüklerinin izlerine rastlanmaktadır. Bu dönem bireyler için iş hayatı, dünya görüşü ve aşk gibi konularda ciddi kararların alındığı bir dönem olmaktadır (Arnet, 2000). Bu dönem Erikson’un Psikososyal Gelişim Kuramında genç yetişkinlik adını verdiği ‘’yakınlığa karşı yalıtılmışlık’’ sürecine denk gelmektedir. Erikson (1993)’a göre gerçek cinsellik bu dönemde ortaya çıkmakla birlikte yakın ilişkiler kurma, kendi kimliğini bir başkasınınki ile bütünleştirebilme de görülmektedir (Hjelle ve Ziegler, 1992; Akt.İnanç ve Yerlikaya, 2015). Romantik iletişime verilen cevaplar beyin ödül sisteminin (ventral tegmental alan, nükleus akkumbens) aktive olmasını sağlar (Aron vd., 2005; Akt. Eşel, 2010). Aşk ile ilgili romantik ilişkilerde hipotalamustan salgılanan iki peptit hormon öne çıkmaktadır: oksitosin ve vazopresin (Fisher, 1998). Annelik güdüsüyle ilişkili olan oksitosin, erkek ve dişinin her ikisinde de salgılanmaktadır. Vazopressin erkek bireylerde sosyal ipuçlarını tanıma, sosyal işlevsellik konusunda etkili olmaktadır. Aynı işlevi kadınlarda oksitosin yerine getirmektedir (Zeki, 2007). Aşkın obsesyonun bir çeşidi olarak gören çalışmalar bu durumu obsesifkompülsif hastalarındakine benzer düzeyde serotonin azalmasıyla ilişkilendirmektedirler. Dopamin ise aşkın tutku boyutuyla ilgilidir ve aşkın ilk zamanlarında dopamin aktivitesinde artış olduğu gözlenmiştir (Fisher vd. 2002; Akt. Eşel, 2007). Cinsel çekim duygusu oluşturan feromon adı verilen bazı hormonlar da bu süreçte rol oynamaktadır (Grammar, Fink, ve Neave, 2005).
Kuramcıların aşkı farklı kültürel ve kişisel perspektiflerden incelediği çalışmaları aşka dair çeşitli tanımların oluşmasını sağlamıştır (Atak ve Taştan, 2012). Fromm aşkı saygı, hoşgörü, anlayış olarak; Freud cinselliğin yüceltilmesi, bağlanma olgusunu maymunlar üzerinde gerçekleştirdiği sahte anne deneyi ile araştıran Harlow ise aşkı bağlanma davranışı olarak görmektedir (Moss ve Schwebel, 1993; Akt. Atak & Taştan, 2012).
Romantik ilişkiler kültürel bağlam içinde gelişmekte ve bu bağlama göre farklılaşabilmektedir (Bayhan ve Işıtan, 2010). Bu nokta göz önünde bulundurularak aşkın değişken bir yapısı olduğu da bilinmelidir.
Ayşe Başbuğ
Psikolog