
Afetler, bir topluluğun kendi kaynaklarını kullanarak başa çıkma kapasitesini aşan ve ciddi aksamalara neden olan olaylar olarak tanımlanmaktadır. AFAD (Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı) sözlüğüne göre, afetler, fiziksel, ekonomik ve sosyal kayıplara yol açan, normal yaşamı durduran veya kesintiye uğratan, etkilenen toplumun baş etme kapasitesinin yetersiz olduğu doğal, teknolojik, virüs veya insan kaynaklı olaylardır. Afet, bir olayın kendisi değil, ortaya çıkardığı sonuçlardır (6). Deprem afeti, yerkürenin yüzeyinde meydana gelen ani kırılmalar ve sürekli sallantılarla karakterize edilen bir doğa olayıdır. Bu olay, sadece doğanın fiziksel etkileri ile sınırlı kalmayıp aynı zamanda bireylerin yaşamlarını derinden etkileyen karmaşık bir olgudur. Deprem, üst katmanlardaki ani değişimleri ifade eder ve etkileri yalnızca coğrafi bir olgu olarak değil, aynı zamanda bireylerin günlük yaşamlarını, toplumun işleyişini ve sosyal dokusunu önemli ölçüde etkileyen bir gerçeklik olarak karşımıza çıkar (2).
Afetlerin yarattığı kaotik ortamın etkili bir şekilde yönetilmesi, deprem yönetiminin temel bir bileşeni olup deprem sonrasında bireyin, ailenin ve toplumun mümkün olan en kısa sürede ‘normal’ yaşama dönmesi ve gelecekteki depremlere karşı daha dirençli olması, psikososyal müdahalelerin ana hedeflerindendir. Depremlerin sonrasında ortaya çıkabilecek psikososyal etkiler arasında psikolojik sorunlar, belirlenemeyen kaygılar, sağlık problemleri, günlük yaşamı etkileyen sürekli sorunlar, psikososyal kaynak kayıpları ve gençlik dönemine özgü sıkıntılar bulunmaktadır. Bu tür zorlukların önlenmesi, azaltılması ve bireylerin güçlendirilmesi amacıyla, hem depremin etkilediği ülkenin kendi kaynakları hem de uluslararası düzeyde uygulanan psikososyal müdahaleler, dünya genelinde yaygın bir şekilde uygulanmaktadır (7). Dünya genelinde depremin etkilediği diğer ülkelerde, sosyal ve ekonomik yaşamın ciddi şekilde sarsılması, deprem sonrasında toplumsal dayanışmanın önemini ortaya koymuştur. Bu alandaki eksikliklerin giderilmesine yönelik çeşitli çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Afetten sağ kurtulan bireylerin, deprem sonrasında birbirlerine sosyal destek sağlamalarının temelinde yatan sosyal-psikolojik süreçleri anlamak amacıyla Şili’de 2010 yılında gerçekleştirilen bir araştırmada, sosyal kimliğin güçlendirilmesi durumunda ortaya konulan kolektif eylemlerin, acil durumlarda bireysel davranışları etkileyebileceği vurgulanmıştır (3).
Dünya genelinde depremlerin sosyal ve ekonomik yaşam üzerindeki etkileri, toplumsal dayanışmanın önemini vurgulamış ve bu bağlamda yapılan çalışmalar ortaya çıkmıştır. Ancak depremlerin neden olduğu acil durumlarla başa çıkma sürecinde kamusal kaynakların yanı sıra sivil toplum kuruluşları (STK’lar), gönüllü hareketler ve bireysel girişimlerin de devreye girmesi hayati önem taşımaktadır. STK’lar, dünya genelinde çeşitli konularda faaliyet gösteren kâr amacı gütmeyen kuruluşlardır. Afetler esnasında kritik görevler üstlenen STK’lar, demokratikleşme sürecinin bir ürünü olarak değerlendirilmekte ve ulusal hükümetleri aşan sorunların çözümünde önemli bir rol oynamaktadır. Bu bağlamda, deprem sonrası toplumsal dayanışmanın güçlendirilmesi ve afet etkilerinin azaltılması adına sivil toplumun etkili bir şekilde koordine edilmesi gerekmektedir. Bu noktada, deprem sonrası toplumun acil ihtiyaçlarına yanıt verebilen, çeşitli alanlarda faaliyet gösteren STK’lar, gönüllü hareketler ve bireysel girişimlerin entegre bir şekilde çalışması, afetlerin etkilerini en aza indirme konusunda kritik bir rol oynamaktadır (5).
Gönüllü hareketlerinin incelendiği 6 Şubat depremlerine odaklanan araştırmaya baktığımızda sivil toplum kuruluşları, devlet ve gönüllü ekiplerin, depremzedelere yönelik acil yardım faaliyetlerinden başlayarak barınma, beslenme, sağlık hizmetleri gibi birçok alanda koordineli bir şekilde çalıştığını ortaya koyuyor. Ancak, depremin ilk saatlerinde giriş güzergahlarındaki sıkıntılar ve koordinasyon eksiklikleri gibi zorluklarla karşılaşıldığı belirtiliyor. Sivil toplum temsilcileri, yaşadıkları tarifsiz üzüntüye rağmen, herkesin kendi alanında elinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştığını ve önemli başarılar elde edildiğini ifade ediyor. Kayıpların tedbirsizlik, denetimsizlik ve ihmalkarlık sonucu gerçekleştiği vurgulanarak benzer felaketlere karşı daha etkili tedbirler alınması gerektiği üzerinde duruluyor. Sivil toplum kuruluşları, deprem sonrası süreçte halkın ve depremzedelerin yanında olmaya devam edeceklerini, yardım ve destek faaliyetlerini sürdüreceklerini ve toplumsal dayanışmanın önemini bir kez daha ortaya koyduklarını ifade ediyor (4).
Deprem sonrası toplumsal dayanışmanın önemi, sivil toplum, devlet ve gönüllü ekiplerin koordineli çabası ile ortaya çıkan bir birlik ve yardımlaşma örneğiyle belirginleşmiştir. Ancak, yaşanan kayıpların tedbirsizlik, denetimsizlik ve ihmalkarlık sonucu meydana geldiği gerçeği, benzer felaketlere karşı daha etkili tedbirler alınması gerektiğini vurgulamaktadır. Bu nedenle, toplumsal dayanışmanın sürdürülebilir bir çaba gerektirdiği ve birlikte güçlenmenin, gelecekteki zorluklara karşı daha dirençli bir toplum olma yolunda kritik bir rol oynadığı unutulmamalıdır.
İdil Sera Erfenek
Psikolojik Danışman