Kapatmak için ESC'ye basın

PsikolektifPsikolektif Ortak Noktamız: Ruh Sağlığı

Kierkegaard Psikolojisi: “Varoluşun Özünden Bedelin Gücüne Bir Tutku Meselesi” – Psikolektif Dergisi – Sayı – 27

Bu Yazıyı Tahmini Okuma Süresi: 3 Dakikadır.

Kierkegaard’a göre, çağımız esasen akıl çağı ve ortalama olarak önceki nesillerden belki daha bilgili, daha kültürlü, fakat tutkudan yoksun bir çağdır (1). Diğer filozoflar ve bilim adamları her şeyi bilim, akıl ve mantık süzgeciyle tanımlayıp varoluşun içindeki bireyi göz ardı etmeye çalışmışlardır. Ancak Kierkegaard için durum böyle değildir. Onun gözünde, tutkusunu yitirmiş olmak olumlu bir anlam taşımaz; aksine hissetme ve varolma, sıçrama ve inanma, böylece “insan olma” gücünü yitirmeyi ifade eder. Bu durumda, aklın, bilimin ve çıkar ilişkilerinin dar kalıpları arasında sıkışıp kalan kişi, özgürlük ve sonsuzluk duygularını yitirecek; sonlu ve sınırlı bir varlık hâline dönüşecektir. Akıl, insan olmada elbette tanımlayıcı bir unsurdur. Ne var ki onu, diğer unsurları bastıracak şekilde indirgemeci bir tavırla öne çıkarmak, insanı anlamada yeterli bir bakış açısı sunmaz. İnsanlığı geliştirmede, fizik ötesi ile bağlantı kurmada, bu dünyayı değil, aynı zamanda sonsuzu ve Tanrı’yı hissetmede; kalbin, hislerin, akıl dışının, absürdün, paradoksun ve bütün bunların temeli olarak tutkunun önemli bir yeri vardır.

Tutku (passion)’nun bölünmüş bir yapısı, karanlık bir doğası vardır. Bir yandan şehvet gibi ileri derecede kösnül bir duyguyu, öte yandan Hz. İsa’nın çarmıhı Golgotha’ya taşırken çektiği derin acıyı ifade etmek için kullanılır; bu tür karşıt doğalı bir içerimle oraya çıkar. Tıpkı, anlam ayaklarından birinin çıktığı Grekçe “pathos” kavramında olduğu gibi, ileri derecede tensel ve tinsel duyguları, kendi anlam alanı içinde bir araya getirir (2).

Ruhun ve bedenin sentezi, sadece ruh veya sadece beden olmayan bu ikisini de içeren, ama bu ikisinden farklı bir varlığı, insanı ortaya çıkaran bir duruma işaret eder. Descartes bu sıkı ilişkiyi “ayrılamazlık” kavramıyla niteler. Ayrıldığında insan olma durumu da sona erer (3). Tutkuların yapısında da bu ikili durum vardır. Onlar yalnız ruhtan gelmez, yalnız bedenden de gelmez. Ruhun ve bedenin sentezinden gelir. Descartes, tutkunun doğasını anlamak için ruh ve beden arasındaki ilişkiyi incelemekten daha iyi bir yol olamayacağını söyler.

Bu ilişkinin dağılması, organizmanın dağılması, yaşamın sona ermesi olacaktır. İhtirasların temelinde, ruh ve bedenin farklı doğalı karakterlerine karşın bir araya gelerek oluşturdukları bu müphem, karanlık ve karmaşık ilişki vardır. Tutkunun yapısındaki bu ikili karakter, bir yandan kösnül duygu ve tensel hazların kaynağını olurken, öte yandan aşkın, ıstırabın, sevgi ve sevincin kaynağını oluşturur. Sevinç ve keder, haz ve acı, tutkunun ikili doğası içinde bir araya gelir (3).

Kierkegaard’a göre ise en büyük tutku var olma tutkusudur. Fakat bu çağda, bilim ve tefekkür uğruna tutkular yok edilmiştir (4). Tutkunun tetiklediği büyük ve güzel eylemler zamanı geride kalmıştır. Artık bilgiler, bilimler, öğretiler, fikirler, sistemler ve ilkeler zamanıdır. Çağın şölenleri bile ciddi ve ağırbaşlıdır (5). Bu çağda söz gerçeği unutturmuştur. Olup biten bir şey yoktur, ama anında reklam ve kurnazlık vardır. Para önemli bir değerdir. Beş dolar kaybetmek, ruhunu ve benliğini kaybetmekten daha tehlikeli görülür (6). Çağın tutkusuzluğunu dile getirirken, özünden uzaklaşan insan doğasına, yapaylaşan ilişkilere, sahici yapısını yitiren varoluş hâllerine göndermede bulunur. Bu çağda her şey “temsili” fikirlere dönüşmüştür (7). Varlık söze, varoluş söze dönüşmüştür. Varlığı ve varoluşu anlamlandırmak, yaşanabilir hâle getirmek değildir söz konusu olan; onları bir bilgi, bir cümle, bir yargı, bir sistem hâlinde formüle edebilmektedir. Kierkegaard insanların bilime olan ilgisini ve mantığını önemli bir parça olarak görmüştür fakat bu bilgilerin insan ruhunu ve özünü kapatmaması gerektiğini düşünmektedir. İnsan özü ve varoluşu evrensel bir olgu olarak görülse de bireysel olarak entegre edilmelidir.

Bu bireyselliği ve özdeki varoluşu betimlediği en önemli eseri olan ‘Korku ve Titreme’ deki benzetmelerden anlayabiliriz (8): İki kahraman türünden, “Trajik kahraman” ve “iman şövalyesi”nden söz eder. Trajik kahramanın model kişisi, kızı Iphigenia’yı, ülkesinin ve halkının kurtuluşu için tanrılara kurban olarak sunan Agamemnon’dur. “İman şövalyesi” (knight of faith)’nin model kişisi ise oğlunu Tanrı’ya kurban olarak sunmak için harekete geçen, eyleminde etik olanı teolojik olarak askıya alan Hz. İbrahim’dir. Trajik kahraman anlaşılabilen, eylemleri evrensel dile çevrilebilen bir kişidir. Kendisi için ağlanabilir, ağıtlar yakılabilir. Şair halka dönerek, “Onun için ağlayın!” dediği zaman, “Siz onun yaptığı kahramanlığı anlayabilir, büyük acısını hissedebilir, ıstırabını paylaşabilirsiniz” demek ister. İbrahim’in durumu ise bilgiyle, düşünceyle, sistematik yaklaşımla, tutarlılıkla, rasyonalite ile anlaşılabilecek bir tutum değildir. İbrahim, “Benim için değil kendin için ağla!” dediği zaman, acısının evrensel dile aktarılamazlığından söz eder. Trajik kahraman için ağlamak, tarih sahnesinde boy göstermiş bir kahraman çektiği acı için ağlamak olacaktır. Oysa birey kategorisinin önemli ölçüde kendisi ile birlikte düşünsel bir derinliğe kavuştuğu iman şövalyesini anlamak kolay değildir. Onun eylemini evrensel dile (etiğin, hukukun diline) çevirdiğimizde, Hz. İbrahim, evladını katletmeye çalışan bir cani olarak karşımıza çıkar. Oysa o, kendi acısı, paradoksu ve anlaşılamazlığı içinde, “birey”dir.

Birey olabilmek ve ‘ben’ olabilme fikri o kadar uzaklaşılmış bir fikirdir ki Kierkegaard bu eserinde bunu çokça dile getirmeye çalışmıştır. Ona göre tutkusuzluk eylemsizliği doğurur bu da kişinin yaşam amacına varoluşuna büyük bir darbedir. Tutkunun yitirilmesi risk alma gücünün, sevme ve bağlanma gücünün de yitirilmesidir. Bu çağda, dünyayı tanımlayan şey tutkular ve eylemler değil, düşünce ve bilgilerdir. Bu şekilde tutku zihinsel ve düşünsel öncelikli yaşam biçimi ile karşıt doğalı bir şekilde ortaya çıkar. Tutku, evrensel yönümüzü değil, bireysel varlığımızı kuran temel unsurlardan biridir. Bir bağlanma ve adanma hareketidir, bağlanmayı ve adanmayı varoluşun anlamı hâline getirme eylemidir. Tutku, her ne kadar olağana değil olağanüstüne eğilimli olsa da, biraz da insan doğamıza bağlı kalabilmektir. Acıyı, ıstırabı, insanlık yolunda olgunlaşmanın güçlü enerjisi kılabilmektir. Tutku, insan olma yolumuzdaki en büyük basamaklardan biridir (9).

Berivan Acet

Psikolojik Danışman