
Evrimsel süreçte daha yüksek iş birliği sağlama becerisi ve değişen şartlarla baş etme dayanıklılığıyla diğer türlerden ayrılan insan, hakimiyet kurduğu her alanda varoluşunu sürdürebilmek adına hala mücadelesini sürdürmektedir. Modern çağ koşulları, temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için artık “görece” daha konforlu ve daha az efor sarf ettiğimiz bir dönemde yaşadığımızı düşündürmektedir. Ancak artan roller, rekabet ve kaynakların sınırlılığı; insanı aynı anda pek çok alanda uyum sağlamaya zorlamaktadır. Bu anlamda tarihsel şansın yanımızda olduğunu, gerçekten güvende hissettiğimiz bir zaman diliminde yaşadığımızı söylememiz ise oldukça zor. Günümüzde karşı karşıya kaldığımız zorlu ekonomik ve politik şartlar, hem bireysel hem de kolektif dayanıklılığımızı zayıflatmaktadır. Öte yandan temel hak ve ihtiyaçlarımıza erişebilmek için dahi fazladan efor sarf etmek zorunda kaldığımız, birçok alanda kutuplaştırıldığımız ve mağdur edildiğimiz, adalete güven(e)mediğimiz bir ortamda kendi bireysel refahımızı kolektif yaşamdan ayrı düşünmek mümkün olmamaktadır.
Peki bu kadar politikleştiğimiz ve kolektif mücadeleye ihtiyaç duyduğumuz bir dönemde psikoterapinin/psikoterapistin apolitik kalabilmesi ne kadar sağlıklı ve gerçekçi? Şimdi gelin, bunu Ekolojik Sistem Yaklaşımı perspektifinden tartışalım.
Bronfenbrenner tarafından ortaya atılan ekolojik sistem yaklaşımı, bireyin gelişimini anlamak için onu çevreleyen tüm çevrenin ve bu çevredeki çoklu etkileşim sistemlerinin incelenmesinin önemine vurgu yapmaktadır. Bu yaklaşım ekolojik çevreyi iç içe geçmiş yapılar dizisi olarak ifade eder ve bireyin içerisinde bulunduğu ortamlardaki kişilerle ve rollerle ilişkisini inceler. Bu ilişki ve etkileşimler, bireyin gelişimini ve davranışlarını kompleks bir şekilde etkilemektedir. Bu bağlamda bireyin içerisinde bulunduğu sistemler kısaca şu şekilde sınıflandırılmaktadır:
Mikrosistem: Bireyin birinci dereceden içerisinde bulunduğu ortamdır. Genel anlamda aile, okul veya akran grupları mikrosisteme örnek gösterilebilir.
Mezosistem: Bireyin yaşamında birbiriyle etkileşim içerisinde olan sistemleri ifade eder. İki veya daha fazla mikrosistemin birbiriyle olan etkileşimi (örneğin okul ve aile etkileşimi) mezosistem olarak ifade edilir.
Ekzosistem: Formal ya da informal mezosistemlerin bir araya gelerek oluşturduğu yapıyı ifade eder. Kasıtlı bir şekilde oluşturulmuş veya varlığını sürdüren çeşitli kuruluşlar, medya, yerel yönetimler ekzosistem içerisinde değerlendirilir. Ekzosistem içerisinde değerlendirilen yapıların bireyin yaşamını doğrudan etkilemediği varsayılsa da içerdiği faktörlerin kişisel gelişim ve yaşam üzerinde etkili olduğu vurgulanmaktadır.
Makrosistem: Yukarıda bahsedilen tüm sistemleri biçimlendiren kültürel, ekonomik, sosyal, eğitimsel ve yasal yapıları/faktörleri ifade eder (Bronfenbrenner, 1977).
Tüm bu sistemler içerisindeki risk faktörleri ile koruyucu faktörler, bireyin gelişimini, ruh sağlığını ve psikolojik dayanıklılığını etkileyebilmektedir (Topcu ve Demircioğlu, 2020). Diğer yandan makrosistem içerisinde gerçekleşen yasal işlemler veya kültürel faktörler, bireyin yaşamında oldukça güçlü etkilere sahip olabilmekte (Waller, 2001); tüm bu sistemler arasındaki etkileşim ise bireyin psikolojik dayanıklılığı üzerinde belirleyici olabilmektedir (Ungar, Ghazinour ve Richter, 2013).
Peki toplumsal gündemlerin kişisel yaşamlarımızda bu kadar yer aldığı bir dönemde psikoterapi ve psikoterapist nerede ve nasıl konumlanır?
İlk olarak, bu yazının amacının “koşulsuz kabul” ilkesini tartışmaya açmak olmadığını belirtmekte fayda var. Gerek ekolojik sistem yaklaşımının sunduğu ampirik veriler, gerek çok kültürlü psikoterapi yaklaşımının bireyi kendi kültürel gerçekliği içerisinde değerlendirme yönündeki vurgusu psikoterapi sürecinin politikadan bağımsız kalamayacağını açıkça göstermektedir. Elbette ki psikoterapi odasında bireyin politik ve kültürel özellikleri değerlendirmeye açık değildir. Burada asıl odak noktası günümüz insanının içerisinde bulunduğu toplumsal ve kültürel sistemin onun bireysel yaşamını, ihtiyaçlarını karşılama düzeyini ve biçimini şekillendirmedeki kritik rolüdür.
Diğer yandan; psikoterapinin en önemli amaçlarından biri psikolojik dayanıklılığı ve iyilik halini arttırmaktır. Bu sebeple psikoterapi, bireyin kontrol sahibi olmadığı alanlarda anda kalmasına, kontrol sahibi olduğu alanlarda ise kontrolünü işlevsel bir şekilde arttırmasına yönelik çalışır. Buna karşın, içerisinde bulunduğumuz politik ve toplumsal iklim bizleri kendi yaşamlarımız içerisinde edilgen kılmaktadır. Toplumun hemen her kesiminin maruz kaldığı hak ihlalleri ve adaletsiz yaptırımlar, hür irademizin ve seçimlerimizin yok sayılması, sağlık ve eğitim hizmetlerine erişimde veya bu hizmetlerden faydalanırken yaşadığımız zorluklar, temel ihtiyaçlarımızı dahi gidermede karşılaştığımız ekonomik zorluklar bizlere kendi yaşamımız üzerindeki kontrolümüzün ne kadar azaldığını göstermektedir. Günümüzde umutsuzluk, stres ve ilişkili yaşantılarımız, depresif belirtilerimiz ve motivasyonumuz büyük oranda kişisel problemlerimizden değil dışsal faktörlerden, diğer bir ifadeyle makrosistemdeki gündemlerden kaynaklanmaktadır. Yaşamlarımızdaki bu değişim ise kendi iyi oluşumuzu kolektif iyilik halinden bağımsız tutabilmeyi imkansızlaştırmaktadır. İyilik haline destek olmak için çalışan terapistler danışana davranış çeşitliliği kazandırmak, alternatif yollar deneyerek çözüme ulaşmalarını sağlamak için çalışırlarken sosyolojik bariyerler danışanı cesaretlendirme noktasında süreci zorlaştırmaktadır.
Tüm bunlarla beraber, etkili bir psikoterapi süreci danışanın hazırbulunuşluğu kadar psikoterapistin kendi yaşamını anlamlandırma biçimine de bağlıdır. Psikoterapinin temel ilkelerinden olan empatiyi sağlayabilmek için psikoterapistin kendi duygularını anlama, anlamlandırma ve deneyimleme noktasında başarılı olması gerekmektedir. Bu bağlamda yaygın kanının aksine etkili bir psikoterapist duygularını gizlemeyi ve duyarsızlaşmayı değil; duygularını tanımayı ve dışavurmayı öğrenmiş olmalıdır. Bu öğrenme süreci durumsal olarak doğru duygusal tepkileri verebilmeyi içerir. Psikoterapistin sahip olduğu bu özellik ve beceriler ise sağlıklı bir psikoterapi sürecinin inşası için kritik önem taşımaktadır. Bu noktada psikoterapinin en temelde ilişkisel bir süreç olduğunu, iyileştirici olanın teknik veya stratejilerden ziyade terapötik ilişkinin kendisi olduğunu ve bu ilişkinin insan insana iletişimi içerdiğini hatırlamak önemlidir. Özet bir ifadeyle; psikoterapistlerin toplumsal yaşamdan etkilenmeleri, uygun duygusal tepkileri anlamlandırmaları ve deneyimlemeleri de olağan ve gereklidir.
Bu değerlendirmeler sonucunda, tüm değerli okuyucuları “psikoterapistler apolitik olmalı” minvalindeki söylem ve düşünceleri gözden geçirmeye davet ediyorum. Nitekim bireyi yeni bir forma ulaştıran, hem doğrudan hem de dolaylı olarak toplumu da yeniden şekillendirme misyonuyla hizmet sunan psikoterapistlerin apolitik olmasını talep etmek, gerçekçi bir beklenti olmamakla beraber hem uzmanı hem de danışanı daha da edilgen kılabilme ve yabancılaştırma potansiyeli taşıyan bir perspektif içermektedir. Diğer yandan terapistin apolitik olmamasından ne kast edildiğini belirtmek faydalı olacaktır. Burada kast edilen bireysel terapi seanslarında danışan getirmediği halde politik gündemleri açmak, danışanın politik görüşünü değiştirmeye çalışmak, eylemselliğini yargılamak ve manipülasyon değil terapistlerin danışanların haklarını savunmak, topluma bu sorunların bireyin ruh sağlığına nasıl zarar verebileceğini anlatmak noktasındaki yükümlülüğüdür.
Elbette ki hiçbirimiz, ruh sağlığı desteği almak istediğimizde politik yönelimlerimizle ve dünya görüşümüzle değerlendirilmek istemeyiz. Ancak toplumun bir terapi odası kadar özgür ve güvenli bir hale gelmesi kolektif hareketi ve iyi oluşu gerektirmektedir.
Onur İbrahim Atay
Uzman Psikolojik Danışman