Kapatmak için ESC'ye basın

PsikolektifPsikolektif Ortak Noktamız: Ruh Sağlığı

HÜSRANA FOBİ, OLUMSUZU DIŞLAMAK – Psikolektif’ten – Sayı – 8

Bu Yazıyı Tahmini Okuma Süresi: 3 Dakikadır.

Adı size ne kadar tanıdık gelirse gelsin, hikâye anlatıcısının hayatımızda hiçbir hükmü yok. Çoktan uzaklaştı bizden, gittikçe de uzaklaşıyor. … Bir şeyi layıkıyla hikâye edebilen insanlara gittikçe daha az rastlıyoruz artık. … Bunun nedenlerinden biri apaçık ortada: “Deneyim değer kaybetti.”

WALTER BENJAMİN


 

Walter Benjamin ve Aura Kavramı

Sanat eleştirmeni ve filozof Walter Benjamin’e göre ‘kült’ misyonu taşıyan objelerin değeri görüntülerinden değil mevcudiyetlerinden gelir. Sadece mevcudiyetlerinden ötürü yani varoluşları gereği değerli ve anlamlıdırlar. Benjamin’in aura kavramı kişi ya da nesnenin sahip olduğu ‘doğrudan duyularla algılanamayan’ özellik şeklindedir. Kült sanat eserinin bir fetiş objesi olan ‘sergi’ nesnesinden farkını aura kavramıyla belirtir. Hitap ettiği ilk adresi duyular olan ‘sergi’ nesneleri kült olma özelliklerini kaybetmiş metalardır. Bir sergi nesnesi ilk önce görünebilirliği üzerinden işlev kazandığı için beraberinde bir anlam üretimi getirmez, değer değil işlev üretir. Anlamı işlev üzerinden kurgular, suni ve performatiftir. Varoluş derinliği barındırmaz. Sergi nesnesi varlığının taşıdığı anlam gereği değil uyandırdığı ‘ilgi’ ölçüsünde değerlidir. Bütün var olma şeklini görüntüye teslim eden sergi nesnesi, bakışın kendine has anlam üretimi açısından bakışı çoraklaştırır. Bakışın görmek için uğraş içinde olması yani ‘görme arzusu’ yerini aynılığın pürüzsüzlüğüne bırakır. Benjamin’e göre ‘değer’ performans ürünü sergi nesnesinde değil, ancak deneyim barındıran hikâyenin canlılığında var olabilir. Sergi nesnesine bakan benlik sahip olduğu bakışla yaşayan bir kimlik değildir ve canlılık taşımaz.


 

Modern İnsanın Kimlik Algısı ve Metalaşma

Bir kavram olarak kimlik psikolojiden önce sosyolojiye aittir. Bedeni ve zihniyle kendi içine sıkışmış insan yavrusu 8 milyar ötekiyle karşılaşınca sosyal bir kurgu olarak benlik/kimlik üretimine girişir. İdeal benlik, gerçek benliği uzamsal kılar, boyutlandırır. Gerçek benlik ancak ideal benlik tasavvuruyla genişleyebilir ve esneyebilir. ‘Ben’ bu esneklik becerisini ideal ve gerçek arasındaki boşluktan alır. İdeal benlik ve gerçek benlik arasında olması gerekli olan bu boşluk, enformatif kimlik kurgusundaki modern insan için bugün dışlanması gereken bir problemdir. Sergi/gösterge sahnesi içinde yüzü ötekine bakan insan yavrusu, ideal benliği ile gerçek benliği arasındaki boşluk kapandığı zaman mutlu olacağına inanır. Bu durum olumsuzla, hüsranla baş etme pratiği zayıflamış 21.yy kişilik mühendisliğinin hiç zaman gerçekleştiremeyeceği fantezisidir. Boşluğun negatifliğini içine alamayan insan yavrusu yaşadığı her olumsuz duyguda, hüsranla ne yapacağını bilmediği için yeniden bir sergi nesnesi üretimine girer, çünkü ötekinin bakışını ancak böyle bir üretim yöntemiyle tekrar elde edebilecektir. Bu bir analoji olarak içi doldurulması gereken dibi çatlak bir bardağa benzetilebilir.

Birey mevcudiyetiyle değil her defasında uyandırdığı ‘ilgi’ ölçüsünde değerlidir. Almancada mutluluk (glück) kelimesi, boşluk (lück) kelimesinin bir türevidir. Mesafenin çekiminden uzak, boşluğa yeri olmayan bir üretim sistemi için mutluluk boyutsuz ve derinliksizdir. Postmodern kimlik mühendisliğinde insan, hikayesi ile değil sahip olduğu etiket değeriyle ideal benliğe ulaşacağını zanneder. Her birey kendisini işçisi, patronu, dekoru kendisi olduğu bir şirket gibi kurgular. Her seferinde yeniden nesnel üretime giren insan ötekini değil, nihayetinde kendisini de metalaştırır.

Davranışçı psikolojide davranışsal niteliklerin uyarlabilirliğinden yani tutumlar arasında bir aktarımdan bahsedebiliriz. Her şeyin en yenisini isteme ve performans odaklı ihtiyaçları doyurmaya çalışma bireyde ilişkilenmeler içinde de ilkesel bir aktarıma dönüşür. Sahip olunanlarla ilgili nicelik kolayca artarken ‘bu benim için yeterli’ kapasitesi azalmaktadır. Sahip olunan ilgi ölçüsü bir değer ölçütü olur, hikâye/canlılık/anlam yoksullaşır. Psikofizyolojik çalışmalara göre beynin sahip olduğu bir tür mutluluk ve tatmin eşiğinden söz edebiliriz. Yeni bir uyaran, yeni ‘şey’ beynin ödül mekanizmasını aktive etme potansiyeli taşır bu durum beynin tatmin ve mutlu olma eşiğinin her defasında yükselmesi ve bir tür bağımlılık geliştirilmesi demektir. Bu durum (mental bir obezite gibi) bir sonraki sefer daha fazlasını talep eden bireyde narkotik bir etki yaratır. Nicelik olarak ortadan kolayca kaybolabilen ilgi karşısında birey yoksunluk hissine karşın kendisini tıpkı bir şirket gibi performe eder ve yeniden sergi nesnesi üretimine girer, çünkü değer varoluşta değil nicel ilgiyle oluşturulur. Bir şirket/marka gibi davranan insan her yeni meta üretiminde kendisini tüketir. Tüketim ihtiyaç olmaktan çıkıp ‘değer’ haline gelince, üretim anlamdan uzaklaşır. Hoşnut hissetme saplantısı hoşnutsuz olabileni ‘kronik mutsuz’ olarak kilinize eder. Performansa indirgenmiş eşya-özne ilişkisinde, mutlu değilsen eksiksin, eksiksen hastasındır. Oysa yetişkin olmak hüsranı ve hoşnutsuzluğu da içe alabilmekle ilgilidir.


 

Olumsuzu Dışlamak ve Modern Görsel Kültür

Bireyin kendisini sergi nesnesi gibi konumlandırması ile fotoğraf sanatı arasında analojik bir bağ kurabiliriz. Dijital fotoğraflamada negatif olmaz. Analog fotoğrafta olduğu gibi karanlık oda/negatif gereksinimi bulunmaz. Hızlı, refleksif, anında ihtiyaca karşılık veren dijital fotoğraf net, parlak, sergilenmeye her an hazırdır, oluşma hikayesinden yoksun ve anlamsal zeminde çoraktır. Olumsuzu dışlayan yeni moda fotoğrafçılık görsel olarak daha ilgi çekicidir, ‘kült’ün taşıdığı sadece mevcut olma misyonuyla değil uyandırdığı ilgi kadar değerlidir. İlgiyi çekebildiği ölçüde varlığını oluşturan bu yeni model, öyküsüzlüğüyle hızlıca değerini yitirir, canlı bir organizma olmaktan uzaktır. Sinema için de görsel olumsuzun gerekliliğinden bahsedilebilir. Dramatik sahnelerde ‘negatif’ ışık kullanılmalıdır. Dram sahnelerinde dramatik efektin aksi yönde yapılan parlak ve güçlü ışıklandırmalar bir tür ‘olumluluk gerilimi’ yaratır. Parlak ışıklar altında acı ve hüznün gösterilmesi bakan için şiddeti çağrıştırır, pornografik ve rahatsız edicidir. Duygusal pürüzsüzlük saplantısı, insani ve canlı olan duygu geçişlerinde hikâyeyi nesnel ve suni kılar.

Postmodern evrenin kimlik tanımı benlikle köksüz bir ilişki içindedir. Bir proje olarak benlik varoluşunu, anonim, hikayesiz, arka bahçesiz yüzeyde göründüğü kadarıyla bir meta gibi tanımlar. Benjamin’in de dediği gibi hikaye ya da anlatıcısı değil performansın ürünü değer kazanmış, bakış ötekinin vitrininde ağrımayan, aksamayan yanlarına çevrilmiş durumda.

Ayşegül AYHAN

Psikolojik Danışman