
Ergenlikte genç birey fiziksel ve zihinsel birtakım değişimler ile karşılaşırken, aile de eş zamanlı olarak bazı süreçler ile yüz yüze gelir. Yakında bir yetişkin olacak bu çocuk karşısında nasıl davranmalı? Eğer o da benim gibi bir yetişkin ise onu eşit mi görmeliyim? Peki bir yandan bana saygı duymasını, kurduğum çerçeve içerisinde kalmasını nasıl sağlayabilirim? Ve yıllardır süregelen bu geleneksel sorgulamanın içerisine çağımıza özgü yeni denklemler de ekleniyor. Çağın hızlı değişimi ve dijitalleşme süreci ile anne baba da “her şeyi bilen” konumda değil artık. Anne babalarımızın hayatı bizden daha iyi bildiğini düşünmüyoruz. Artık sanal dünyanın hâkim olduğu, her şeyin saniyeler içinde değişim geçirebildiği bir dünyada onların bilgeliğinin bizim dönemimizdeki geçerliliğinden şüphe ediyoruz. Freud, Totem ve Tabu kitabında “tümgüçlü” (Freud, 1913) kavramını açıklar ve her çocuğun bir tümgüçlülük sürecinden geçtiğini açıklar. Çocuk, nereden geldiği ile ilgili sorular sormaya başlayana kadar kendini tümgüçlü ilan eder. Kendi kendini yaratmıştır, kökleri kendine dayanır ve her şeye muktedirdir. Zaman içerisinde cinsellik ile ilgili sorgulamalar başladıkça kökenlerinin anne babasına dayandığını öğrenir. Bir cinsiyet ile doğduğuna, iki cinsiyette birden var olamayacağını öğrenir. Bu tümgüçlü duruş yavaş yavaş hayatın gerçekleri ile pişmeye başlar. Melanie Klein bu dönemde çocuk için depresif pozisyonun öneminin altını çizer. Tümgüçlü olmadığını fark eden çocuk, nesnesiyle bütün halinde olmadığını da fark eder ve annesiyle ayrışmasının yasını tutar. Ergenlik çağındaki bu karşılaşma yeniden yaşanır ve ikinci bir depresyon yaşanır. Bu durumu açıklayan terim Laufer tarafından “depresif kırılış” (M. et M.E Laufer, 1989) olarak literatüre katılmıştır.
Bernard Golse ise, çağımızın getirileriyle beraber bu tümgüçlülüğe dair yeni bir bakış sunar. Kuşaklararası yerimizi öğrendiğimiz ve bizden öncekilerin yerine saygı duyduğumuz dönemin yerini farklı bir dönem almıştır artık: Önceki kuşaklardan şüphe ettiğimiz, kendi deneyimlerimize daha çok güvendiğimiz, daha tümgüçlü bir yapılanma ile karşılaşırız ergenlikte. Çocuğa ve çocuk yetiştirmeye olan yaklaşımın da değişmesiyle beraber, genç bireyin aile kurallarına daha esnek bir çerçevede karşı çıkabildiği bir aile yapılanması çıkar karşımıza. Gencin aile içerisinde rahatsız olduklarını daha rahat paylaşabildiği, bireysel sınırlarına daha çok saygı gösterildiği bir çerçevedir bu aynı zamanda. Bu kopuş evde gerginlikler yaratacak olsa bile genç bireyin kendi bireysel kimliğini inşa etmesi için de elzemdir. Ebeveyn için de Leclaire’in ifade ettiği gibi ailenin de “çocuğu öldürmesi” (Leclaire, 1975) ve artık kendi özerk benliği ile hareket eden bu genç bireyi kabul etmesi gerekir. Artık karşısındaki, “aile bedeninden” ayrılmış, aile kültüründen bir parça taşımakla beraber kendine ait bir kimlik edinen bir bireydir. Bu çerçevede ergenliğe geçiş süreci çift taraflı bir yas tutma sürecidir aynı zamanda. Yani ergen birey krizde olmakla birlikte, ebeveynini de bir krize taşır. Ebeveyni değişmeye, yeni ilişki yapılanmaları bulmaya iter. Bu bir bağlamda Winnicott’un söylediği gibi “Bir bebek, kendi başına var olamaz.” (Winnicott, 1943) söylemine benzetilebilir. Erginde aşmayı, aşındırmayı deneyeceği sınırları koyan ebeveyn var olmadan var olamaz. Değerlerimizi, kimliğimizi sorgulayabilmek ve ona isyan edebilmek için bize verilen bir kimlik ve değerler olması gerekir.
Golse de bu çerçeveden yola çıkarak çağımızda ergenliğin getirdiği tümgüçlü pozisyonu sorgular. Aile değerlerine isyan edebilmek için aile değerlerini sindirmiş ve içselleştirmiş olmak gerekir. Ebeveynin koyduğu çerçeveyi genişletebilmek ve belki kırabilmek için çerçevenin içinde bulunmak gerekir. Tüm bunlar bize ergenlik çağına gelene kadar tümgüçlü olmayışımızı hatırlatır bir yandan: Bir kökümüz, sınırlarımız olduğunu hatırlarız. Oysaki içinde bulunduğumuz çağ başka bir bakış açısını da artık içine almakta. Gençlerin kendini daha esnek bir çerçevede ifade edebilmeleri, çizdikleri kurallara daha saygılı yaklaşılması çocuk gelişiminde önemli bir yapı taşı. Ancak çizilen aile çerçevesini, varolan aile figürlerini de eskisine oranla daha çok kırdığımızı, daha çok aşındırdığımızı ve daha tümgüçlü bireyler haline geleceğimizi de unutmamak gerek. Varolanı sorgulamanın ötesinde var olmasına izin vermeden şüpheyle yaklaşmak, kendimizi varolan çağın değerleri ve kendi kararlarımız ile sıfırdan yaratmaya çalışmanın ergen bireyin dünyasında acı verici yansımaları olabilir. Ailenin gösterdiği yolları, paylaştığı bakış açısını tamamıyla reddeden genç bireyin, ne kadar yalnız ve kaybolmuş hissedebileceği de gözden kaçabilir. Çağın yeniliklerini kucaklarken bir yandan da neleri tehlikeye atabileceğini, yeni yapılar getirirken hangilerini yıkma ihtimali olduğunu da değerlendirmek gerek. Ergene gerekli alanı açarken ebeveyn olarak da ne duygular hissettiğimizi, kendimize nasıl bir alan açmamız gerektiğini fark etmemizde yarar var. Genç bireyin kendi sınırlarını bireysel kimliğinin üzerine inşa etmesine tanıklık ederken de sağlam bir temele ihtiyacı olduğunu, o temelin de ebeveynler olduğunu görüyoruz. Genç bireyin dünyasında neler olduğunu, güncel dünyanın onda nasıl yankılar uyandırdığını anlayabilmek çaba sarf etmeyi gerektiriyor. Belki de aynı evde iki krizi birden olabilecek en iyi şekilde taşıyabilmenin yolu bu.
Zeynep BÜYÜKKESER
Psikolog