
“Biz aslında bir anlamı olmayan, evrene fırlatılmış olmanın verdiği rahatsızlıkla baş etmek zorunda olan, anlam arayan yaratıklarız.”
İnsan yaşamı boyunca ve/veya yaşamının bazı dönemlerinde bir anlam arayışına girebilmektedir. Kişiye özgü, öznel bir süreç olan bu arayış kimi zaman bir sonuca bağlanabilirken kimi zaman ise uzun ve bitişi olmayan bir yolu ifade etmektedir. Her ne kadar arayış bir süreci ifade etse de varılması gereken nokta kişiye göre değişebilmektedir. Kimi insan, yaşamın anlamını mutlu olmak, aşık olmak, para kazanmak, arkadaşa sahip olmak, özgür olabilmek gibi farklı ve çeşitli duygu, düşünce ve nesnelere bağlamaktadır. Buna karşın Huxley (2015) bireylerin istediği her şeye ulaşabildiği bir yaşamda anlamın da yokluğunu vurgularken; Frankl (2009) ise yaşamdaki anlamın bireyin kendine has, kendine özel anlamı olduğunu ifade etmektedir. Anlam, bireyin kendisidir. Yaşam, genel geçer bir anlamdan ibaret değildir.
Anlamın öznel olduğu vurgusu, tek başına bireylerin yaşamın asıl anlamının kendileri olduğuna dair bir mesaja bizi götürmemelidir. Hiçbir içgüdü ve gelenek bireylerin ne yapacağını ona söylememektedir, bu nedenle kendi özüne bakamayan bir birey için anlam veya anlam arayışı “diğerinin” yaptığı veya ondan yapmasını istediği “şey” ile sınırlı olma riskini barındırmaktadır (Frankl, 2009).
Bu minvalde anlam arayışı, çeşitli disiplinlerce farklı bakış açılarıyla açıklanmaya çalışılsa da dünya ve bireyin varlığı için temel ve üzerinde anlaşılmış bir gerekçe yoktur. Bireyleri yaşama bağlayan gerekçe, birey için özeldir. Bireyler ilk olarak dünyaya gelmekte daha sonra ise özünü oluşturmaktadır (Sartre, 1985). Bireyin bu öz arayışına ve varoluşuna ilişkin cevaplar arayan varoluşçu terapi ise yaşamsal konularla ilgilenmektedir. Yaşam, ölüm, özgürlük, sorumluluk, yaşama dair anlam arayışı ve anlamsızlık duygusu ile mücadele edebilme varoluşçu terapinin temel alanlarını oluşturmaktadır ve yaşamda anlam arayışı bu temalarla bağlantılıdır (Sharf, 2014).
Bireyler, hayatlarında anlama ihtiyaç duymaktadır. Anlam arayışı bireylerin nasıl yaşadıklarına ve yaşayacaklarına dair değerlerinin gelişimi için önem arz etmekle birlikte, yaşadıklarını da yorumlama olanağı sağlar (May ve Yalom, 2005). Frankl (1969) bireyin bu arayış sürecinde tek başına anlam arayışının faydasız olduğunu, anlamın bireyin yaşam deneyimleri ve diğer insanlara ilgisi ile ortaya çıkabileceğini ifade etmektedir. Sadece aynaya bakarak kendini tanımaya çalışan birey, bir süre sonra asıl kendinden de uzaklaşabilecektir. Bu nedenle anlam arayışında çevre de önemli bir faktörü oluşturmaktadır.
Çevrenin bu vurgusunun yanı sıra insanın anlam arayışı sürecinde ona yardımcı olabilecek 3 temel faktör bulunmaktadır. Bu faktörleri sorumluluk, sevgi ve acı oluşturmaktadır. Bireyler kendi yaşamlarından, kendi yaptıkları ve yapmadıklarından ve bu süreçteki tüm başarı ve başarısızlıklarından sorumludur. Bireyler bir ürün ortaya koyarak ya da bir eyleme girerek sorumlulukla hareket etmektedir. Diğer yandan sevgi ise yaşamak (doğayı, kültürü) ve diğer bireylerle etkileşime girmek anlamını taşır. Bireyler bu sayede karşısındaki bireyin kim olduğunu, eğilimlerini ve potansiyellerini kısacası onun benliğini görebilmektedir. Kendi benliklerinin ötesinde diğer bireylerin benliklerini görebilmek insanın anlam kazanması ve değer gelişimi için önemlidir. Son olarak acı ise yaşamın anlamının bir koşula dayanmadığını, acıda da bir anlam olduğunu ifade etmektedir. Bireyler yaşadıkları acı verici bir durum ve olay karşısında bu “acıya” yenilmek yerine bunu bir başarıya, zafere dönüştürür ve potansiyelini gerçekleştirirse burada bir anlam bulacaktır. Yaşamda, acıya rağmen anlam kaçınılmazdır (Frankl, 1969; 2009).
Sonuç olarak çağlar boyunca ve günümüzde de insanoğlu, yaşamın anlamı nedir? sorusuna cevap aradığı gibi yine asırlar boyunca belki de bu cevap arayışına devam edecektir. Ancak anlaşılacağı üzere yaşamın tek bir anlamı yoktur. İndirgenebilecek tek bir amacı yoktur. Ve sunulan hiçbir anlam herkes için geçerli değildir. Bu noktada bireyin kendini bütün olarak tanıması ve kendi farkındalığını kazanabilmesi kritik bir öneme sahiptir. Özkırımlı (1995) insanın en büyük eksikliğinin kendi gözünün içine bakamamak olduğunu ifade etmektedir. Kendi kapılarını kendine ve dünyaya açabilen kişi, daha fazla mücadele edecek ve bu deneyimlerle anlam arayışını sürdürebilecektir.
Her ne kadar anlam arayışının devamlılığı vurgulansa da Atay (2020) insanın düşünmekten ve sevmekten hatta ve hatta insan olmaktan korktuğunu ifade ederek belki de anlam arayışında bazı bireylerin başarısızlığını vurgulamaktadır. Frankl (2009)’ın varoluşsal boşluk adını verdiği bu durumda bireyler yaşamlarının anlamsız olduğunu düşünmektedir ve bu durum birey için çeşitli tehlikeleri barındırmaktadır.
Bütün olarak bakıldığında, bireyin nihai bir anlama ulaşmasının mümkün olmadığı görülmektedir. Yaşamın anlamı göreceli olmasının ötesinde bireyin içinde bulunduğu şartlara (yaş, çevre, yaşamda karşılaştığı durumların değişkenliği gibi) göre değişim göstermektedir. Önemli olan bireyin hayatında sorumluluk alıp özgürce seçimler yapabilmesi, çevresine karşı ilgili olması ve yaşadığı en kötü durum ve olayda dahi bir anlam olduğu bilinciyle hareket etmesidir. Yaşamın anlamını sürekli mutlulukta aramak, sahip olunamayan “şey”lere indirgemek, çevreye ve kendine karşı kör olmak, anlamlı yaşamın kolaylıklarla süslü olduğunu düşünmek, başkalarına bağımlı bir anlam yaratmak, anlamın bir gün kendiliğinden geleceğine inanarak onu beklemek anlamı bulma yolunda bireylerin duvara çarpma ihtimalini kuvvetlendiren durumlardır. Anlamı pozitif duygulara indirgemek de diğer düşülen hatalardan biridir. Nitekim Freud (2016), “İnsan mutlu olmak ister, bu yüzden berbat haldedir” derken yaşamın sadece tek bir duygudan ibaret olmadığını ifade etmektedir. Yaratılış insanın sürekli mutlu olması gerektiği vurgusunu taşımamaktadır (Freud, 2016).
Yaşam, bireyin “kendi” olabilmesini ve aktif bir şekilde yaşamın içerisinde olmasıdır. İnsan, kendi yaşamının anlamını bulma ve ona anlam katma konusunda sorumludur. Sorumluluğunun farkında olan ve bu sorumluluğu alabilen kişi özgürlüğünü de kazanmıştır. Bu yönden bakıldığında bireyin kendisi ve hayatının bir sonu bulunmaktadır ve özgürlüğü kazanamayan birey için ölüme giden süreç boşa geçirilen zamanı düşündürmektedir. Yaşamına anlam katamayan birey için yaş alma, bir boşluk ve suçluluk yaratabilir (Geçtan, 1994).
Camus (2019) “Hayat hiçbir şey değildir, îtina ile yaşayınız.” derken Frankl (2018) “Anlamlar keşfedilir, icat edilmez” diye belirtmiştir. İnsan, gerçekten “yaşadığı” ve hedef ve amaçlarını belirleyip bu yolda ilerlediği süreçte kendi anlamını da keşfedebilecektir. Aksi durumda mucizenin gelmesini bekleyen insan, varoluşunun acı tokadı ile karşılaşabilecektir.
Gözünüzü kendi gerçekliğinize açık tutun ve hayatınızın her köşesinde bir anlam olabileceğinin farkındalığını yadsımayın!
Unutmayın, anlamsızlık da bir anlam barındırmaktadır.
Okan USLU
Psikolojik Danışman