
Romalı felsefeci Çiçero sormuştur: “Neden bedenin bakımı ve korunması için bir sanat ortaya çıkmıştır da, ruhun iyileştirilmesi için bir sanat gereksinmesi derinden hissedilmemiştir ya da bunun üzerine düşünülmemiştir?” (Tuna, 1997;51).
Toplumsal yaşamda biyolojik, psikolojik ve sosyal sebeplerden ötürü ruh sağlığı bozulmuş bireylerin var olduğu bilinmektedir. Ruh sağlığı bozulmuş bu bireyler, yaşamlarının önemli bir bölümünü yaşamdan doyum alamayan mutsuz, huzursuz, üretimden ve yaratıcılıktan yoksun bir biçimde geçirmektedirler. Bu bireyler yaşadıkları bu sorunlar sebebiyle, sağlıklı ve iyilik hali içinde kaliteli bir yaşam sürdüremedikleri gibi ailelerine ve topluma da yük oldukları düşünülmektedir.
Araştırmalara bakıldığında ve literatür tarandığında ruh sağlığının tanımlanmasında farklı görüşlerin olduğu görülmekle birlikte Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ruh sağlığını, ‘bireyin kendi yetilerinin farkına vardığı, günlük yaşamın stresiyle baş edebildiği, üretken ve verimli çalışmalar yapabildiği, içinde bulunduğu topluma uyum içerisinde çeşitli katkılarda bulunabildiği bir iyilik hali’ olarak tanımlanmaktadır (WHO, 2005; 2, akt. Abay ve Çölgeçen, 2018; 2152).
Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) verilerine göre, dünyada yeti yitimine en çok yol açan 10 hastalıktan beşini psikiyatrik hastalıklar oluşturmaktadır (Oral ve Tuncay, 2012; 95). Bu hastalıklar sırasıyla depresyon, alkol kullanımı, bipolar bozukluk, şizofreni, psikoz, anti sosyal kişilik bozukluğu ve obsesif kompülsif bozukluktur. Türkiye’de ise ruh sağlığı ile ilgili veriler açısından iki araştırma bulgularının sonuçları önem arz etmektedir. Bunlardan ilki; “Türkiye Ruh Sağlığı Profili” çalışmasıdır; bu çalışma, Türkiye’de nüfusun %18’inin yaşam boyu bir ruhsal hastalık geçirdiğini, çocuk ve ergenlerde klinik düzeyde sorunlu davranış oranının %11 olduğunu belirtmektedir. Hıfzısıhha Mektebi tarafından yapılan “Türkiye Hastalık Yükü” çalışmasında ise bu çalışmaya benzer bulgular ortaya çıkmıştır (T.C. Sağlık Bakanlığı, 2011; 5). Bu bulgular incelendiğinde batı ülkelerinde olduğu gibi ülkemizde de psikiyatrik hastalıkların yaygın olduğu görülmektedir.
Bütün kültürlerde toplumun en küçük ve en önemli birimi olma özelliğini var olduğu günden itibaren kaybetmeyen aile; birbirleriyle holistik bir ilişki içinde olan ve sorumlulukları bulunan bireylerden oluşur. Aileyi bir sistem olarak ele aldığımızda; sistem içerisinde yer alan her bir birey diğer aile üyelerini etkiler ve onlardan etkilenir. Kısacası sistemin parçaları arasında sürekli karşılıklı bir etkileşim vardır ve bu durum aile sisteminin bütününe yansımaktadır. Aile sistemi içerisinde psikiyatrik hastalığı olan bir bireyin varlığı ise, aile yapısında değişime sebep olur ve değişen aile yapısı da hastalığın klinik gidişini olumsuz olarak etkileyebilmektedir. Toplumumuzda psikiyatrik hastalık tanılı bireylerin çoğu ailesi ile birlikte yaşamaktadır (Özbaş ve ark., 2008; 20). Bu sebepten hasta birey ve ailesi yaşamlarının önemli bir bölümünü birlikte geçirmekte ve aile, psikiyatrik hastalığı olan bireylerin hastalıklarıyla baş etmesinde olumlu katkıları sağlayabilecek en büyük doğal kaynak olarak görülmektedir.
Karşımıza çıkan bir gerçek var ki, psikiyatrik hastalık tanısı olan bireylerin tedavisi büyük bir oranda ailenin ve var oldukları toplumun önyargılarına, inançlarına ve tutumlarına bağlıdır. Psikiyatri hastaları aynı zamanda toplum içinde damgalanmaya en fazla maruz kalan gruplardan biridir. Ruhsal hastalığı olan bireylerin damgalanması, bu kişilerin tedaviye uyum göstermelerinde sorunlara yol açtığı gibi onların sosyal ilişkilerinde de ciddi sorunlarla yüz yüze kalmalarına neden olabilmektedir (Özbaş ve ark., 2008; 15).Hastaların önemli bir kesimi damgalanma korkusu ve bilim dışı inançlar yüzünden ya da ekonomik nedenlerle kendi evlerinde saklı tutulmakta, muayene ve tedavi için bir hekim ya da sağlık kuruluşuna bile götürülmemektedirler (Gray, 2002; akt. Köroğlu ve ark., 2017; 172). Yaşanmış ve yaşanma ihtimali olan bu durumlar, psikiyatrik hastalığı ve seyrini anlamada, hastalığın meydana getireceği toplumsal ve bireysel sonuçları öğrenmede ve en önemlisi de aile bireylerinin hasta bireylerine karşı olan tutumlarında önemli değişimler sağlamaktadır. Özellikle yanlış tutumların değiştirilmesi üzerine yoğunlaştırılan, aile bireylerinin olumlu davranışlarının pekiştirilmesi yönünde uygulanan bir eğitim verilmesi, iletişim ve sorun çözme becerilerinin geliştirilmesi hastaların iyileşme ve tedavi sürecine de olumlu katkı sağlayacaktır (Duran ve Eroğlu, 2016; 239).
Toplumun ve ailenin psikiyatrik hastalığı olan bireylere yaklaşımları; psikiyatrik hastalıkların önlenmesi, erken teşhis, tedavi, bakımı ve rehabilitasyonuyla doğrudan ilişkili olması, psikiyatrik hastalıkların tedavisinin uzun süreli bir tedavi gerektirmesine ve tedavinin başarısı ise sadece kullanılan ilacın etkinliğine değil aynı zamanda eşgüdümlü olarak hastanın tedaviyi sürdürme isteğine, uyumuna ve en önemlisi de ailenin bu süreçte aktif rol almasına bağlıdır. Yapılan bazı çalışmalarda, tedavi sürecinde ailelerin yer aldığı gruptaki hastaların genel ilaç uyumları, depo antipsikotik* ilaçlara olan gereksinimin azalması ya da daha az düşük doz ilaç alımına geçebildiği bulguları yer almaktadır. Bu süreçte psikiyatrik hastaların yüksek yararı için bilgili, eğitimli bir aile desteğine ihtiyaç vardır. Çünkü bu süreçte karşılıklı destek hem hastanın, hem de ailenin eş zamanlarda ve benzer içeriklerde bilgi almasıyla ve izlenmesiyle sağlanabilir (Huddleston, 1992; akt. Duman ve ark., 2007; 98).
Biliyoruz ki; aile, ruh sağlığı profesyonelleri için önemli bir bilgi kaynağıdır. Aile üyeleri erken belirtileri hastalardan daha önce tanıyabilir, tedaviyi planlamada ve uygulamada etkili olabilir, aile içi etkileşimi düzenleyebilir (Aşık, 2011; 11). Aile hastalıkla baş etmede olumlu katkıları sağlanabilecek en önemli doğal kaynak olduğundan, aile ve tedavi ekibinin işbirliği içinde olması tedavinin etkinliğini arttırmaktadır (Yıldırım ve ark., 2014; 36).
Ruhsal bozukluklar yeterince tedavi edilemediği zamanlarda ise daha çok işlev ve işgücü kayıplarına neden olmaktadır. Bu durum ise ailesel sorunlara yol açmakta, hastalığın yaygınlığının ve tedavi maliyetlerinin artmasına sebep olmaktadır (Özer, 2009; 20). Bu durumdan ötürü; psikiyatrik hastalığı olan bireylerin davranış ve düşünce yapısında meydana olumsuz etkiler meydana gelmekte ve bunun sonucunda hastaların bilişsel fonksiyonları ve sosyal işlevsellikleri bozulmaktadır. Tıbbi tedaviye alınmalarına rağmen bazı psikiyatrik hastalarda bu yıkımlar durdurulamadığından hastalar bakıma ihtiyaç duymaktadırlar. Yapılan bir çalışmada, ağır ruhsal hastalığı olan kişilerin %10’unun uzun vadede bakıma ihtiyaç duyduğu düşünülmektedir (T.C. Sağlık Bakanlığı, 2011; 5).
Sonuç olarak; aileler öncelikle psikiyatri kurumları ve tedavi ekibi tarafından sağlanan hizmetlere, hasta yakınlarının erişimini sağlamada ve devam ettirmeleri konusunda ilk ve en önemli kişiler olmuşlardır. Yaşanılan bu durum büyük oranda diğer aile üyelerinin bakım sorumluluğunun ve yükünün artmasına neden olmak ile birlikte psikiyatrik hastalık tanısı olan bireylerin tedavilerinde toplum temelli bir yaklaşım izlenmesi ailenin bu süreç içindeki rolünün önemini bir kez daha ortaya koymaktadır. Kendi içinde psikiyatrik hastalığı olan bireyin ilk olarak farkına varmada, çareler bulmak için karar verme aşamasında, hasta bireyin sağlığına kavuşması için hastane veya benzeri kurumlara başvurmada, tedavinin bir parçası olarak rol almada, hasta bireyin hastaneye yatma sürecinden eve dönüşünde ya da evde
* Belirli bazı ruhsal bozuklukların (kronik şizofreni, psikoz, paranoya gibi) uzun süreli tedavisinde kullanılmaktadırlar. Bu ilaçlar beynin belirli bölgelerinde yer alan ‘sinir yolu’ denilen bölgelere etki ederek, hastalığın belirtilerine neden olan ve beyindeki bazı kimyasal dengesizlikleri düzeltmeye yardımcı olurlar. |
kalması ve ayakta takip edilmesi gerekiyor ise bu kişinin uyum sağlamasında ailenin önemli etkileri bulunmaktadır. Bu süre zarfında önemli bir husus ailelerin hastalık hakkındaki ve sürecindeki yanlış bilgileri hastalığın gidişini olumsuz etkileyeceğinden, ailelerin hastalık hakkındaki düşünce, görüş ve inanışları belirlenerek eğitim programlarında gereksinimlere göre bilgi verilmesidir (Yıldız ve ark., 2010; 110). Bu süreçte biz ruh sağlığı çalışanlarına düşen görev ise, tedavi sürecinin yanında hasta bireyler ve ailelerinin karşılaşabileceği sorunlar konusunda bilgilendirmek, doğru davranışların ve yaklaşımların sergilenebilmesi için self determinasyon (kendi kaderini tayin hakkı) ilkesine bağlı kalarak desteklemek olmalıdır.
Sinem Yılmaz
Sosyal Hizmet Uzmanı