
Duruma ve koşullara göre işlevsel veya zorlayıcı olabilen tek bir duygu var zannımca, o da yalnızlık. Belki diyeceksiniz ki aaaa olur mu öyle şey, nerede kaygı, nerede korku, onların da belli bir dozu bizi geliştirebilir. Evet, haklısınız. Lâkin yine de yalnızlık kadar etkili midir, bilemiyorum. Yalnız kalabilmek için gereken ruhsal altyapıyı düşündüğümde bu sonuca vardım muhtemelen.
Bebeklikten yetişkinliğe ve hatta yaşlılığa, yalnız kalabilme kapasitesinin sirayetlerini konuşalım istiyorum bu yazıda. Malum, bebek dünyaya geldi ve anneye %100 bağımlı, annenin ona adeta yapışması gerekiyor ki bebek ruhsal olarak da fiziksel olarak da tutunabilsin. Öylesine bir yapışmak olmalı ki bu ilk aylarda, bebek anneyi kendinin bir parçası olarak algılasın. Gelişimsel olarak bebek, kuvvetli, tutarlı ve güvenli bir şekilde yapışabildiyse, o zaman annenin uygun zamanı kollayıp bu sefer bebeğini kendinden yavaş yavaş ayrıştırması gerekiyor. Öyle her ağladığında meme hemen gelmeyebilir, 1-2 dakika bekleyebilirsin, şu an annen çorbasını içiyor, azıcık daha beklesin kuzum olur mu? Eveeet, biliyorum şu an seni kucağıma almamı istiyorsun, ama azıcık bekleteceğim seni, sen o sırada biraz kendinle kal olur mu? İşte böyle ufak ufak ve kademeli olarak arttırılan geciktirmelerin insan ruhsallığında çok temel bir işlevi inşa ettiğini söylüyor psikolojinin bilim insanları. Tekrar vurguluyorum, ufak ufak ve kademeli olarak. Bebek geciktirildiği anlarda bir miktar yalnızlık hissedecektir, ama kimsesiz ve tekinsiz değil.
Peki bu anlarda bebeğin zihninde neler oluyor, bedeninde? Muhtemelen şöyle şeyler; “Annem bana mutlaka memesini verecek, şimdiye kadar hep verdi çünkü oradan biliyorum. Ama niye istediğim an gelmedi meme, eskisi gibi?”. Geciktirmeler tutarlı olarak ve kademeli artışlarla devam ettiğinde bebek; “Annem memesini verene kadar ben biraz vücudumu hareket ettireyim, aaa bu eller benim mi, aaa kıpırdatabiliyorum, ayaklarımı da yukarı kaldırabiliyorum, pencerenin önünden bir şey geçti sanki, o neydi acaba? Olleyy meme geldiii”.
Bu yumuşak geçişlerin bebeğe kazandırdığı düşünülen şey “yalnız kalabilme kapasitesi”. Başka bir deyişle, kendi kendisi ile kalabilme, kendini oyalayabilme, kendini dinleyebilme. Anne, bebeğe bu anları sunabilirse, bebek de bu anlarda keşfedebiliyor. Peki bu kapasite başka hangi becerilerin doğmasına zemin sağlıyor? Bebek içsel ve dışsal duyumlarında, beliren ihtiyaçlarında bir miktar ve kademeli olarak artan geciktirme ile kendini yatıştırmanın yollarını keşfetmeye başlıyor. Buna duygu düzenleme demeye de başlayabiliriz şimdiden. İlk aylarda bu işlevleri neredeyse tamamen anne sağlarken, ilerleyen aylarda yavaş yavaş bebeğin kendisi için bu denemeleri yapmasına izin veren anne sayesinde bebek de ucundan tutmaya başlıyor. Yaratıcılığın kökenleri de işte bu yalnızlık ya da kendi başınalık hallerinde gelişmeye başlıyor.
Temel güvenin ve şefkatin varlığında bebeğin kendi başınalığı, geliştirici ve özgürleştirici bir yalnızlık sayılıyor. Duyguları ile baş başa kalabilmeye daha çok tahammül ediyor. Anneye bağımlılık geliştirmediğinden, içsel kaynaklarına ulaşabiliyor ve kendini oyalamanın, kendi iç dünyasında gezinebilmenin gücünü hissediyor muhtemelen.
Bebeklik ve çocukluk dönemindeki yalnız kalabilme kapasitesi, ergenlik ve yetişkinlikte nasıl tezahür ediyor? Büyük olasılıkla bu bireyler stresli yaşam olayları karşısında duygularını daha iyi düzenleyebiliyor, seçim yaparken sezgilerine daha çok güvenebiliyor, durumlar karşısında daha yaratıcı çözümler üretebiliyor, özsaygıları daha yüksek oluyor ve ilişkilerinde daha yüksek doyum sağlıyorlar.
Tüm bunlar ışığında yeniden düşünmenizi isteyeceğim bazı insan davranışlarından bahsetmek istiyorum. Yalnız başına vakit geçiremeyen; herhangi bir durum karşısında değerlerine ve prensiplerine aykırı olsa bile sırf yalnız kalmamak için kendini ortaya koymaktan çekinen; birlikte vakit geçirmekten hoşlanmadığı halde yalnız hissetmemek için önüne gelenle arkadaş olmaya çalışan; tatmin olmadığı bir romantik ilişkiyi yalnız kalmaya tercih eden; olumsuz duygulanımları karşısında ve bu duygularını bir an önce bastırmaya, yok saymaya odaklanıp kendini alkole, uyuşturucuya, bilgisayar oyununa, yemek yemeğe veren ve diğerleri… Güvensiz ve fazlaca yalnız bırakılmalarının, ya da güvensiz ve boğucu yakınlığın bedelini ödüyorlar, canları çok yanıyor, kendi bedenleri ve ruhları dahi yabancılaşmış onlara ve şifalarını hep dışarıda arıyorlar, daha çok arkadaş, daha çok sevgili, daha çok yemek…
İşte sevgili okuyucu, yalnızlık zor zanaat evet, ama seçemediğimizde, mecbur bırakıldığımızda zor. Güvenli bir zeminde ise bize sunulmuş bir fırsat. Artık büyüdük, geçmiş geçmişte kaldı demek yok. Vakti zamanında kalamadığımız yalnız anların telafisi mümkün. Kişi kendisi ile ne kadar baş başa kalabiliyor ve kendi ruhsallığını ne kadar taşıyabiliyorsa, o kadar sahici ilişki kurabiliyor başkasıyla.
Seçilmiş yalnızlıklara…
Ayşegül ARACI İYİAYDIN
Uzman Psikolojik Danışman- Araştırma Görevlisi