
Pek çok bilim dalı tarafından inceleme konusu olan uyum kavramının sınırlarını belirli hale getirmek kavramın anlaşılırlığına katkı sağlaması açısından önem taşımaktadır. Alan yazınında yapılan bazı uyum tanımları şu şekilde sıralanabilir: Uyum, organizmanın çevresinden gelen uyaranlara düzenli ve tutarlı yanıtlar verebilme yeteneğidir (Aydın, 2001).
Tomanbay’a (1999) göre uyum; “bireyin, çevresiyle, içinde yaşadığı toplulukla/toplumla arasındaki çatışma, sürtüşme ve kavgaların olumlu iç ve dış tepkilerle dengeye dönüşebilme yetisi”dir. Yavuzer (1996) ise, uyumu “genelde bireyin hem kendisi hem de çevresi ile iyi ilişkiler kurabilmesi ve bu ilişkileri sürdürebilme derecesi” olarak tanımlamaktadır.
Diğer bir tanımda ise uyum, bireyin sahip olduğu özelliklerinin kendi benliği ile içinde bulunduğu çevre arasında dengeli bir ilişki kurabilmesi ve bunu sürdürebilmesi şeklinde tanımlanmaktadır (Balcıoğlu, 2001).
Köknel’e (1997) göre birey, yaşamı boyunca gelişim içerisindedir. Yaşamı boyunca gelişim içerisinde olan birey, kendisinde meydana gelen bilişsel, fiziksel, sosyal ve duygusal değişiklikleri kabul edip, değişikliklere uygun tutum ve davranışlar göstererek ilişkilerini sürdürmelidir. Bireyin kendisindeki bu değişiklikleri kabul ederek hem kendisiyle hem de çevresiyle olan ilişkilerini sağlıklı bir şekilde yürütebilmesi bireyin uyumu olarak değerlendirilebilir. Uyum dinamik bir süreçtir ve organizma ile çevre arasındaki doyurucu bir ilişkidir (Aslan, 2008). İnsanın toplumsal yaşam ile olan ilişkisi ve iletişiminin sürekliliği göz önünde bulundurulduğunda uyum kavramının da yaşam boyu devam eden, dönüşen ve değişen bir yapıya sahip olduğu sonucuna ulaşılabilir. Zira yaşam boyu pek çok farklı niteliğe sahip yaşam olayları ile karşılaşan bireyin değişen şartlara göre kendisini güncelleyebilmesi ve değişiklik yapma becerisine sahip oluşu o bireyin uyum düzeyinin anlaşılmasını sağlayacaktır.
Hamburg ve Adams (1967), uyumu, ‘zorlanmalarla karşılaşıldığında gerekli bilgileri toplama ve bunlardan yararlanma’ olarak tanımlarken, Heath, ‘davranışları, bir yandan benlik yapısının bütünlüğünü koruyacak, diğer yandan çevresel koşullarla baş edebilecek bir biçimde düzenlemek’ olarak tanımlamıştır (akt. Geçtan, 2004).
Yapılan uyum tanımlarına ek olarak Muchinsky ve Monohan (1987), uyumu destekleyici ve tamamlayıcı uyum olmak üzere iki farklı şekilde ayırmıştır. Muchinsky ve Monohan, destekleyici uyumu; bireyin değerleri, hedefleri, kişiliği ve ilgi alanları ile çevresindeki bireylerin veya topluluğun değerleri, hedefleri, kişiliği ve ilgi alanlarının benzerlik göstermesi olarak adlandırmaktadır. Ancak bir topluluktaki bireyler arasındaki aşırı derecedeki benzerlik, yenilikçi yaklaşımlardan uzaklaşmaya veya değişimi kabullenmede güçlük yaşanmasına neden olabilmektedir. Bu negatif etkinin önüne geçebilmek için, her topluluk içerisinde belli oranda farklı karakteristik özelliklere sahip bireylerin olması faydalı olmaktadır. Eğer birey çevrenin sahip olmadığı özellikleri bünyesinde barındırıyor ve çevreyi tamamlıyorsa, bu durumda da tamamlayıcı uyumdan bahsedilir (Evrenosoğlu, 2007).
Koening (2000), insanın ilk görevinin yaşamının ilk yıllarından itibaren sosyal çevresine uyum sağlamak olduğunu söyleyerek bireyin yaşam boyu çevresiyle bir uyum süreci geçirdiğini ifade etmektedir (akt. Sungur, 2010). Birey biyolojik, psikolojik ve toplumsal olarak sürekli bir etkileşim içerisinde olduğu için uyumu yalnızca toplumun beklentilerine göre bireylerin davranışlarını şekillendirmeleri olarak düşünmemek gereklidir ( Avcı, 2010). Aksi takdirde bireyin yaşamında oldukça olumlu etkileri olan bu kavramın bireyler için olumsuz bir nitelik alması kaçınılmaz olacaktır. Bireyin çevresi ile ilişkilerini sağlıklı ve dengeli kurabilmesi için uyum son derece önemliyken; çevre ile ters düşmemek adına kendinden fedakârlık yapmak görünüşte uyumlu olmayı sağlarken bireyin kendisi ile çatışmasına sebep olacaktır. Uyum kavramının ilişkili olduğu ve kullanıldığı bağlama göre olumlu veya olumsuz bir nitelik taşımasına kaynaklık teşkil eden bir kavram olarak çatışmadan söz etmek gerekebilir. Çatışma kavramı özünde taraflar arasında; değer, öncelik veya isteklerin ters düşmesi ve uyuşmaması olarak ifade edilebilir( Aydınlı, 2014). Çatışma sürecinin sağlıklı bir şekilde yönetilmemesi bireyler arasında kızgınlık, öfke gibi yıkıcı duyguların oluşmasına sebep olabilmektedir. Tam tersi durumda ise bireyler arasındaki bu uyumsuzlukların farklılıklara saygı temelinde ele alınıp sağlıklı bir şekilde çözümlenmeye çalışılması hem bireylerin hem de toplumun yararına olacaktır. Bu noktada uyumu kendinden ödün verme olarak değil, çatışmayı sağlıklı bir zeminde ele alma fırsatı veren bir kavram olarak görmek sağlıklı ve istendik sonuç alınmasına katkı sağlayacaktır.
Pek çok bilimde ele alındığı gibi psikoloji literatüründe de uyum kavramı birçok kuram ve kuramcı tarafından farklı yönlerine vurgu yapılarak ele alınmıştır. Her bir kuram yaptığı açıklamalarla uyum kavramını daha anlaşılır kılmayı hedeflemiştir. Kuramların uyum kavramına ait görüşlerine kısaca yer verilecek olursa; Psikanalitik kuramın ilk temsilcisi Freud kişiliği id, ego, süper ego olmak üzere üç bölümde tanımlamaktadır ve bu üç bölümün karşılıklı etkileşiminin bireyin eylemlerini oluşturduğunu savunmaktadır. Kişiliğin bölümlerinden id fizyolojik, ego psikolojik ve süper ego ise toplumsal bütünü oluşturmaktadır (Corey, 2005). Kişiliğin bölümleri arasında çatışmalar yaşanmakta ancak bu bölümler çatışmalarla birbirlerini tamamlamaktadır. Uyumlu bir bireyde egonun gücü yüksektir ve id ve süperegonun kişi üzerinde kontrol kurmasına izin vermez (Burger, 2006).
Psikanalitik kuramın bir diğer temsilcisi Jung’a göre ise kişiliğin bütünü olan psişe bilinçli ya da bilinçdışı olan bütün his düşünce ve eylemlerden oluşmaktadır. Bireylerin uyumu ise psişe sayesinde sağlanır. Psişede yaşanan çatışmalar bireyin kişiliğine etki eder. Bireylerin kişilik yapılarındaki ayrışma ve gelişme yaşam boyu sürer ve tamamlanmaz. Kişiliğin parçalarının bir bütün halinde gelişmesi sayesinde uyum süreci devam eder. Kişilik yapıları içindeki çatışma artar ya da yapılardan biri diğerlerine göre gereğinden fazla gelişirse uyum sağlayamaz hale gelir ve uyum sorunları ortaya çıkar (Geçtan, 2014).
Adler’e göre ise uyumun temelinde sosyal ilgi, ebeveyn tutumu ve aşağılık duygusu yer alır. Adler’e göre birey doğuştan insanlarla ilişki kurma potansiyeline sahiptir. Bu potansiyel sosyal ilgi olarak adlandırılır. Sosyal ilginin güçlendirilmesi uyumu arttırır. Adler’e göre uyumlu bireyler, insanlığa fayda sağlama amacı güden, insanlara değer veren, problemlerini etkili değerlendirip yapıcı çözümler üreten bireylerdir (Yazgan-İnanç ve Yerlikaya, 2016).
Karen Horney ise uyum sorunları yaşayan bireylerin en önemli özelliğinin gerçekte iletişim kurmayı çok arzulamalarına rağmen iletişim tarzları nedeniyle bunu gerçekleştirememeleri olduğunu dile getirmektedir. Karen Horney’e göre bireyler üç davranış şeklini benimseyerek duruma göre kullanması gerekeni kullanırsa uyum sorunları yaşamazlar. Bunlar; diğer bireylerin arzularını reddetmeme, tek başına kalabilme ve savaşabilmedir. Uyum sorunları yaşayanlar duruma göre davranış biçimlerini değiştiremeyen, bu eylemlerden tek birini yaşam tarzı haline getirenlerdir (Geçtan, 2014; Bitane, 2019).
Otto Rank’a göre ise uyum, devamlı hareket halinde dinamik bir süreçtir ve her farklı durum için farklı uyum sorunlarının yaşanması olağandır. Kalıp yargılar ve alışılmış eylemlerin tekrar etmesi ise sorunları çözmeye yetmez. Önemli olan kişinin problemlerini çözebilecek esneklikte olmasıdır (akt. Cüceloğlu, 2015).
Tanımlar ve uyum kavramını açıklayan kuramlar göz önünde bulundurulduğunda uyumu, bireylerin yaşamsal faaliyetlerini sürdürürken aynı zamanda sağlıklı ve üretken olabilmesi için gerekli ön koşullardan biri olarak değerlendirmek mümkündür. Unutulmaması gereken nokta ise uyum kavramı, kullanıldığı bağlama göre olumlu veya olumsuz bir niteliğe sahip olabilmektedir.
Ayşe DOĞAN
Psikolojik Danışman