Kapatmak için ESC'ye basın

PsikolektifPsikolektif Ortak Noktamız: Ruh Sağlığı

THE LIGHTHOUSE – Film İnceleme – Psikolektif + – Sayı – 27

Bu Yazıyı Tahmini Okuma Süresi: 3 Dakikadır.

Film Künyesi

Vizyon Tarihi: 2019

Türü: Korku, Gerilim

Yapım: ABD

Süre: 109 Dk.

Imdb Puanı: 7.4

Oyuncular: Robert Pattinson, Willem Dafoe

Yönetmen: Robert Eggers, Max Eggers

“The Lighthouse” filmi, 1890’larda New England kıyılarındaki ıssız bir adada, iki deniz feneri bekçisinin psikolojik çöküşünü anlatmaktadır. Genç denizci Ephraim Winslow dört haftalık görev için yaşlı fener bekçisi Thomas Wake ile ıssız bir adaya gönderilir. Görevleri, deniz fenerine bakmak ve adadaki işleri yürütmektir. Wake otoriter, huysuz ve sürekli emirler yağdıran biridir; Winslow ise sessiz, içe kapanık ama öfkesini bastıran bir gençtir.  İki deniz feneri bekçisi haftalarca beraber yaşamak zorunda kalır. Görevleri basit görünse de izolasyon, zor çalışma şartları, alkol, bastırılmış duygular ve batıl inançlar zamanla ikisinin de akıl sağlığını sarsar. Giderek yoğunlaşan paranoya ve halüsinasyonlarla birlikte, gerçeklik ile hayal arasındaki sınırlar bulanıklaşacak, İki karakter arasında hem otoriteye karşı isyan hem de güç mücadelesi baş gösterecektir.

“Gördüm ben. Benden önceki bekçilerden biri… ışığın büyüsüne kapılıp delirdi. Güzellik ışıktadır… Kurtuluş ışıktadır.”

Yazı spoiler içermektedir.”

Filmdeki karakterleri inceleyecek olursak; yaşlı fener bekçisi Thomas Wake, kontrolcü, otoriter, mitlere tutunan bir karakterdir. Wake, süperego’yu (üst benlik) temsil etmektedir. Kuralları o koyar, ahlaki yargılamalarda bulunur, sürekli genç meslektaşını aşağılar ve denetler. Fenerin en tepesindeki “ışığa” tek başına sahip olması, onun bilgiye, güce ve sırra hükmeden baba figürü olduğunu simgelemektedir. Ancak alkolün etkisiyle süperego’nun baskısı kalktığında, içindeki ilkel ve saldırgan id ortaya çıkar; sarhoş naraları atar, küfürler eder ve kontrolünü kaybeder. Kontrol dürtüsü yüksek olan Wake, yalnızlıkla baş etme stratejisi olarak ritüellere, mitlere ve kurallara tutunmaktadır. Deniz fenerinin ışığına adeta tapmaktadır, oraya girmesine yalnızca kendisinin hakkı olduğunu düşünmektedir. Winslow ise sadece angarya işlerle uğraşır: kömür taşır, makineleri temizler. Öte yandan Wake, geceleri fenerin ışığına çıkar ve orada gizemli ayinlere benzer davranışlar sergiler. Winslow yukarı çıkmaya çalıştığında Wake onu engeller. Kendisini “ışığın bekçisi” olarak görmektedir.

Genç ve geçmişinden kaçan Winslow, ego’yu (benlik) temsil etmektedir. Bir yanda Wake’in (süperego) baskıcı kurallarına uymaya çalışırken, diğer yanda kendi içsel arzuları ve karanlık dürtüleriyle (id) boğuşur. Geçmişinde işlediği bir suçun ya da öyle olduğuna inandığı travmatik bir olayın (kereste işçisinin ölümü) suçluluğuyla yaşar ve bu durumun vicdan azabıyla kıvranır. Wake’in otoritesine karşı duyduğu isyan, aslında kendi içindeki bastırılmış arzu ve öfkenin bir yansımasıdır. Fenerin kendisi, bariz bir şekilde fallik (penis) bir semboldür. Wake’in ışığa tek başına sahip olma takıntısı, cinsel gücü ve iktidarı elinde tutma arzusunu temsil eder. Winslow’un fenere ulaşma çabası ise bu gücü ele geçirme, adeta babayı alt edip onun yerine geçme arzusunu (Oedipus kompleksi) simgeler. İki erkek arasındaki ilişki, sürekli bir hakimiyet kurma ve teslim olma dansı gibidir. Fiziksel kavgaları, sarhoş olup dans etmeleri ve birbirlerine olan hem nefretleri hem de mecburiyetleri bu durumu çok iyi yansıtmaktadır.

Filmin en belirgin teması, izolasyonun insan psikolojisi üzerindeki yıkıcı etkisidir. Ada, medeniyetten ve sosyal normlardan kopuşu simgelemektedir. Sürekli çalan sis düdüğü, fırtınaların uğultusu ve daracık mekanlar, karakterlerin zihinlerindeki baskıyı ve klostrofobiyi fiziksel dünyaya yansıtır. Zaman kavramı bükülmüş ve gerçeklikle hayal arasındaki çizgi tamamen kaybolmuştur.

Film, Yunan mitolojisinden derin izler taşımaktadır: Winslow’un fenere tırmanıp “ışığı” (bilgiyi, tanrısal gücü) ele geçirme arzusu, tanrılardan ateşi çalan Prometheus’un hikayesine doğrudan bir göndermedir. Filmin sonunda ışığa ulaştığında gördüğü şey karşısında yaşadığı trans hali ve sonrasında kayalıklarda martılar tarafından parçalanması, Prometheus’un sonsuz bir cezaya çarptırılmasını anımsatır. Yasak olan bilgiye ulaşmanın bedelini en ağır şekilde ödemiştir.

“Fenerin içinde ne olduğunu görmek mi istiyordun? Son yardımcım da istemişti. Ey insanın zihninde yüzen ve özgürce eriyen döneklik… Kutsal ayıplar ve korkular… Gözlerde alev alev yanar. Denizin dibine doğru bakar. Diğerleri hâlâ kördür. Kutsal nimetleri göremezler. Ve denizci cennetine yollanan hiçbir adam çekmez ne acıyı ne zahmeti. Ancak kadim zamanlardan beri dönekler ve değişmezler dünyanın dört bir yanını sarar. Budur hakikat. Cezanı çekeceksin. Işık bana ait!”

Filme İlişkin İzlenimlerim

The Lighthouse, gerçekliğin son derece öznel olduğunu ve medeniyetin ince zarının altındaki insanın ne kadar vahşi ve ilkel olabileceğini gösteren alegorik bir eserdir. Film, akıl ile delilik arasındaki sınırları bulanıklaşan, mitoloji ve denizcilik batıl inançlarıyla örülü bir hayatta kalma hikayesidir. Ama bir deniz fenerinde deliren iki adamın hikayesinden çok, insan ruhunun derinliklerindeki evrensel korkulara, arzulara ve çatışmalara tutulmuş bir fener ışığıdır. İyi seyirler, sinemayla kalın.

          Ahmet YAŞAR

Psikolojik Danışman