
Oyunun konusu: Oyun, 1950 yılında Fransa’da taşra kasabalarından birinde Noel gecesi etrafı karlarla çevrilmiş, ulaşıma kapanmış, telefon bağlantısı kesilmiş bir evde geçiyor. Eşi, eşinin annesi, eşinin kız kardeşi, kendi kız kardeşi, biri metres iki hizmetçi ve iki kızıyla birlikte yaşayan Marcel öldürülmüştür ve katilin ev halkından biri olduğu konusunda herkes hemfikirdir. Kadınların hepsi birbirini suçlar. Kendiliğinden bir soruşturma süreci başlamış olur. Soruşturmalar sırasında kadınların maktülle ilişkileri, sırları bir bir ortaya dökülür. Sırlar açığa çıktıkça olasılıklar artar ve hikaye giderek farklı bir hal alır. Sekiz kadından hepsinin de maktülü öldürmek için kendince sebepleri vardır. Oyunun başından sonuna kadar bu “Katil kim?” sorusuna cevap aranıyor.
İlk kez 1977-1978 sezonunda sahnelenen 8 Kadın oyunu defalarca devlet tiyatroları ve özel tiyatro toplulukları tarafından ilgiyle sergilenmiştir. Oyun orijinalinde ensest ilişki, homoseksüellik, alkol bağımlılığı, kumar bağımlılığı, para odaklı ilişkiler, toplumda kadın algısı gibi hassas konularda toplumsal eleştirileri de barındırmaktadır; fakat her sergilendiğinde döneme, kültüre veya izleyiciye uyarlamak adına oyunda çeşitli değişiklikler yapılmıştır. İlk bakışta basit bir polisiye oyun gibi görünse de bu sekiz kadının her biri tek tek yorumlanabilecek kadar toplumsal veri taşır. Toplumun farklı yapılarını temsil eden 8 kadın…
Oyunun psikolojik incelenmesi:
Oyuna yüzeysel olarak bakıldığında daha ilk sahnede öldürüldüğünü öğrendiğimiz Marcel karakteri için en azından çekirdek ailesinde bir yas süreci gerçekleşmesi beklenirken oyun boyunca hiçbir karakterin önceliğinin bu olmadığı dikkat çekmektedir. Tüm karakterler kendi dertlerinde ve kendilerini durumdan aklama peşindedir. Öyle bir aklanma arayışı ki hepsi en yakınlarını katil olmakla suçlamaktan çekinmemiştir. Bu ilginç durum karakterlerdeki derinliği anlama konusunda izleyicide merak uyandırmaktadır.
Marcel’in iki kızından küçüğü olan Catherine ergenlik döneminde genç bir kızdır. Buna bağlı olarak karakterin içinde bulunduğu dönemin gelişim özelliklerini yansıttığını söyleyebiliriz. Oyunun başında karakterin hakkında konuşulacak pek bir şey olmadığı düşünülse de son sahnede izleyiciyi şaşırtmıştır. Karakterin belirgin şekilde ergen benmerkezciliğiyle hareket ettiği göze çarpmaktadır. “Ben burdayım.”, “Ben büyüdüm”, “Ben sandığınızdan daha akıllıyım” gibi mesajlarla diğer karakterlere kendini kanıtlama çabası güttüğü görülmektedir. Catherine oyun boyunca çevresindeki insanların ahlaksızlık olarak nitelendirilebilecek sırlarıyla karşı karşıya kalmıştır; fakat onun bu ahlaksızlıklar karşısında yorumu babasının olası tepkilerine yöneliktir. Yani ona göre bu ahlaksızlıklar yalnızca babasını etkilediği ölçüde ahlaksızlıktır. Diğer karakterlerin yaptıklarına kızmasının nedeni babasının tüm bunlar yüzünden mutsuz olduğunu düşünmesidir. Bu durum Kohlberg’in ahlak gelişim düzeylerine göre Catherine’in geleneksel dönemde olduğunu ve kendini özdeşleştirdiği babasının ahlak yasalarını benimsemiş olabileceğini düşündürmektedir. Babasının yapmış olduğu yanlışlara karşı tutumu da bu yorumu pekiştirir niteliktedir. Babasına olan düşkünlüğü özellikle son sahnedeki konuşmalarından yola çıkıldığında normal dışı bir baba-kız ilişkisi gibi durmaktadır. Bu durum akıllara Elektra kompleksini getirmektedir. Tıpkı komplekse adını vermiş olan mitolojik karakter Elektra gibi Catherine de babasının etrafındaki diğer kadınları suçlamış hepsinden intikam almak istediğini belirtmiştir. Yalnızca kendisinin babasını gerçekten sevdiğini iddia ederek babasıyla baş başa uzaklarda yaşama hayallerinden bahsetmiştir.
Evin hanımının kardeşi olan Augustine en genel tabirle özgüveni düşük, sevgi arayışında bir karakterdir. Sürekli olarak “bende kalp var”, “ben hastayım”, “iğne olmam lazım” gibi cümleler kuran karakterimizin hipokondriyazis (hastalık hastası) taşıdığı düşünülmektedir. Karakterimiz darda kaldıkça fenalaşıp bayılmaktadır. Bir dayanağı olmadan sürekli olarak “kimse beni sevmiyor”, “herkes beni öldürmek istiyor” gibi düşüncelerini dile getirir. Kardeşinin zengin bir adamla evli olmasını, kendinin aksine bir aile kurmasını, hala çekici kalmasını kıskanan karakterimiz yaşadığı kıskançlığını her anlamda izleyiciye hissettirmektedir. Kendince bu düşüncelerini gizlemeye çalışan karakterimiz neredeyse her konuşmasında kardeşinin sahip olduğu bu imkanları yermiştir. Sevmeyi acziyet gören, aşkı aptalca bulduğunu söyleyen karakterimizin oyun ilerledikçe aslında yoğun şekilde beğenilme arzusu taşıdığına, etrafındaki tek erkeğe aşk mektupları yazdığına ve sürekli olarak aşk romanları okuyup aşka özendiğine tanıklık etmekteyiz. Karakterimizin yalnızca kardeşini de değil yeğenlerini, evdeki güzel hizmetçiyi de kıskanıyor olması dikkat çekmektedir. Bu yüzden sürekli olarak tüm karakterlere karşı saldırgan bir tutum sergilemektedir. Tüm bu durumlar karakterimizin ego savunma mekanizmalarını kullandığını düşündürmektedir.
Evin hanımı olan Gaby karakterinin annesine söylemiş olduğu “sen zaten hep sevgili kızın Augustine’i savunursun” cümlesi kıskançlığının tek taraflı olmadığını farklı şekillerde olsa da iki kardeş karakter için de geçerli olduğunu göstermektedir. Bu durum Gaby karakterinin sevmeden evlenmiş olmasıyla, eşiyle mutlu olmayışıyla bağdaştırıldığında akıllara yalnızlık hissettiği aileden kaçmak için dönemin şartlarını göz önünde bulundurarak zengin adama yönelme durumunu getirmektedir. Mantık evliliği olarak adlandırılan bu durum taraflardan her ikisi için de mutsuz bir evliliğe dönüşmüş ve karşılıklı olarak birbirlerini aldatmaya yeltenmişlerdir.
Yorumcunun kişisel izlenimleri: Genel kanının aksine ben bu oyuna “bir adamın hayatını mahvetmiş sekiz kadın” olarak bakmıyorum. Yoğun toplumsal eleştiriler barındırdığını ve derinliği olan bir oyun olduğunu savunuyorum. Her biri belki her gün çevremizde karşılaştığımız farklı algı zeminleri taşıyan karakterler bu yüzden hepsi ayrı ayrı keşfedilmeye değer.
Feyza KILINÇ
Psikolojik Danışman