
Kültür, bir öğrenme süreci ve bir sembolik iletişim ağı gibi düşünülen insan davranışıdır (Kroeber & Kluckhon, 1957; Akt. Bilgin, 2007). Her insanın davranışı içinde bulunduğu kültürden etkilenmektedir (Kağıtçıbaşı, 2017 s.35). Psikolojik işlevler sosyal, fiziksel ve kültürel bir ortam içinde oluşur ki, bu ortam yaşantıların tanımlanmasını, anlamlandırılmasını ve sorunlarla başa çıkılmasını kolaylaştırabilir veya zorlaştırabilir (Creamer, 1995; Akt. Erdur Baker, 2007). Psikoterapinin, kesin bir tanımı olmasa da (Corsini, 2012 s.19), bu işlevlerin üzerinde durduğu ve psikoterapi kuramlarının bakış açısına göre farklılık göstermekle beraber (Corsini, 2012 s.20) insanı çok yönlü ele aldığı göz önünde bulundurularak kültürün terapi sürecinin görünür ve görünmez olan yönleriyle değişmez bir parçası olduğu düşünülmektedir.
Kültürün, danışanların terapistleri algılama şeklini (Comas- Diaz, 2012), psikoterapi geleneği içerisinde belirli beklentilerin nasıl çerçeveleneceğini (Cote, 2015) belirleyeceği anlaşılmaktadır.
Kemal Sayar (2017 s. 92) psikoterapiyi şu ifadelerle kültür ile ilişkilendirmiştir:
“İnsan gelişimini ve psikoterapiyi kültürel ifadelerle anlamak, ahlaki bir bilinçliliğe ihtiyaç duyar. Öncelikle terapötik uygulamanın ahlaki doğasını vurgulamak gerekir. Danışanların ahlaki seçim ve kararlarının konuşulduğu, hayatla ilgili niyet ve kararların ahlaki bir konuşma içerisinde tartışıldığı bir ortam sağlar psikoterapi”
Buradaki ahlakilik kavramına ithafen, kişiyi klasik kalıplardan uzaklaşarak ele alan postyapısalcılığın ve postmodernizmin anlaşılması gerektiği düşünülmektedir. İnsan doğasına dair normlar ve teşhislerle varsayımlarda bulunarak fikirler öne süren yapısalcılığın aksine postyapısalcı anlayış hayatlarımızdaki olaylara verdiğimiz anlamlar, tarihi ve kültürel gerçekler, çoklu kimlik kavramları üzerinde durmaktadır (Russel & Carrey, 2020 s. 15). Postmodernist düşünceye göre ise dil ve dilin öyküsel kullanımı anlamı yaratır. Bir hikâyenin o hikâyeyi anlatan insan sayısı kadar anlamı vardır ve her anlam, o hikâyeyi anlatan insan için doğrudur (Corey, 2008 s. 430).
Bu ifadelerden ve son yıllarda yapılan psikoterapi ve kültür temalı çalışmalardan yola çıkılarak insanı kültüre duyarlılıkla ele alan bir yaklaşım olan narrative terapiyi değerlendirmek gerektiği düşünülmektedir (Sayar, 2003; Moodley & Palmer, 2006; Chang, 2011; Sayar, 2017). Narrative terapi, bugün dünya çapında çok geniş bir coğrafyada ve çok farklı kültürlerde uygulanan postyapısalcı/postmodern terapilerin en bilinen ve en yaygın uygulanan yaklaşımlarından biri olarak tanımlanmaktadır (Dinç & Dinçer, 2020). Narrative terapiye göre hayatlarımız hem kendi yazdığımız hikayelerle hem de kültürümüzün, içinde bulunduğumuz toplumun, zamanın ve diğerlerinin yazmış olduğu hikayelerle şekillenmektedir (Wilcox, 2014; Akt. Yazıcı, 2018).
Mascher (2002) ’in ifadeleriyle:
“Narrative terapi yaklaşımında pek çok tarihin, kendiliğin, ailenin, toplumun ve ulusun var olduğunun farkında olmak oldukça önemlidir. Terapist her danışanın terapiye güç, sınır ve uyum kaynakları olan hikâye kuşaklarıyla (söylemler ve yaşantılar yoluyla kazanılan ve bir nesilden diğer nesle aktarılan ve/veya kişinin kendi yaşantıları yoluyla edindiği) birlikte geldiğinin farkındadır. Bu tarihsellik ve çoklu kendilikler hem bizzat yaşanır hem de terapi ortamı içinde yapı-bozumuna (yapısal çözümleme) uğrar ve yeniden yapılandırılır. Çoklu
Kimlikler aracılığıyla var olan değişimler ve ayrımlar danışanın gelecek yaşantılarının temelidir.” (Akt. Çelik, 2017 s.38).
Narrative terapinin bireyin geldiği kültüre dair söylemleri sorgulaması için alan açtığı görülmektedir: Bireyin dışındaki dünyanın baskın söylemlerinin gücü o kadar kuvvetlidir ki kişi bu söylemleri doğrudan içselleştirir, benimser. Kültürün o kişiler için biçtiği kimlikleri ve mesajlarını da gerçeklikleri gibi benimserler (Çelik, 2017). Bununla beraber danışanlar kimliklerini şekillendiren kültürel yapıları tercihlerine uygun olarak belirleyebilirler (Zimmerman & Dickerson, 2001; Akt. Vural İncir, 2019). Terapistler sorun çözücü olmaktan ziyade danışanların baskıcı ve sorun yaratan kültürel pratiklerden kurtulması için yardımcı olurlar (Nichols, 2013; Akt. Akkuş, Kütük & Samar, 2020). Terapist danışana yardımcı olurken ‘bilirkişi’ olmak gibi nitelendirilebilecek bir güç ilişkisini kullanmamaya son derece dikkat eder (Dinç & Dinçer, 20202). Buradan da Narrative terapinin insanı ele alırken var olan kültürü incitmediği, bununla beraber o kültürün baskın söylemlerine rağmen bir kimlik inşasına alan açtığı anlaşılmaktadır.
Bu noktada terapi yaklaşımının benimsediği temel ilkelerden biri olan “Kişi problem değildir, problemdir problemin kendisi” (White & Epston, 1990; Akt. Dinç, 2018) ifadesinin de kültür konusu ile bağlantılı olarak anlam kazandığı görülmektedir. Çünkü kişi olmanın ne olduğunu sosyal olarak inşa etme (Sayar, 2017 s. 49) fırsatı sunulmuştur. Bu fırsatın kişiye problemi dışsallaştırma (White, 2007; Akt. Dinç & Dinçer, 20202) sayesinde yaşadıklarının hem kişiliğinin bir parçası olmadığını (Fırat, 2019) hem de kişisel faillik duygusu (Dinç & Dinçer, 20202) sayesinde yaşadıklarında aktif bir rol oynadığını anlatacağı umulmaktadır.
Narrative terapinin modern terapi söylemlerinden ayrışmakta olduğu bu yönler sayesinde ben- şey ilişkisinden ben-sen ilişkisine (Sayar, 2017 s. 25) evrilen bir terapi anlayışının mümkün olacağı umulmakta, kullanılan dili ön plana çıkaran nezaket vurgusu sayesinde (Dinç & Dinçer, 20202) terapide “yeni bir dünyanın doğduğu eşsiz bir buluşma”nın (Sayar, 2017) gerçekleşeceği düşünülmektedir.
Kültür bir yönüyle anlam ağıdır (Geertz, 2003; Akt. Sayar, 2017 s. 85). Bu anlam ağının dış dünyayı, ilişkilerimizi, olayları, tutumları şekillendirdiği düşünülmektedir. Narrative Terapi, kurucuları Michael White ve David Epston’ın da ifade ettiği gibi açık bir kitaptır (Dinç & Dinçer, 20202). Bu ‘açık kitap’ metaforundan, yaklaşımın terapiste de alan açtığı ve terapistin bakış açısını safdışı bırakan varsayımlarının olmadığı anlaşılmakta, bunun da terapisti kendi kültürel ve coğrafi kimliğini inkâr etme refleksine itmeyerek özgürleştirdiği düşünülmektedir. Bu sayede de narrative terapinin farklı kültürlerin, çoklu tarihsel kimliklerin yer aldığı gözlemlenen ülkemizde hem danışan hem terapist açısından bakıldığında, geniş bir uygulama imkânı bulacağı umulmaktadır.
Sena Kübra ÇATALOĞLU
Klinik Psikolog