
Kadının, çocuğu dünyaya getiren kişi olarak annelik rolü, biyolojik bir özellik olmaktan çok toplumsal yönüyle tartışılan bir konu haline gelmiştir. Annelik kişi için doğal bir süreç olmaktan çıkıp kültürel bir boyut kazanmıştır. Kültürel etkiler, anne olan kadın üzerinde bir baskı oluşturarak onun ne yapması gerektiğine ilişkin görüşleriyle adeta ona neyin doğru neyin yanlış olduğunu söyler hale gelmiştir (Karaman ve Doğan, 2018). Bu bakımdan kadın ve erkek arasındaki ayrımın cinsiyet farklılığının ötesinde toplumda kadına ve erkeğe atfedilen rollerle tanımlandığı görülmektedir (Hançer, 2018). Evlilik yaşamıyla birlikte kadınların doğurganlık özelliği gereği çocuk sahibi olmaları beklenmektedir (Karaca ve Ünsal, 2012). Annelik, çocuk sahibi olmayan kadınlar kadar çocuk sahibi olanları da etkilemektedir. Örneğin çocuk sahibi olmak kadınlar için yeterli görülmeyip, kadınlardan idealize edilmiş annelik rolleri de beklenebilmektedir (Server, 2015). Medyada da kadınlar, toplumda kadına atfedilen cinsiyet rolleri bağlamında ele alınmakta ve kadın, doğası gereği fedakar olan anne rolüyle karşımıza çıkmaktadır (Bal, 2014).
Evlenip anne olan kadınlar yaşamın doğal bir parçası olarak görülürken aksi meydana geldiğinde bu durumun nedenlerine ilişkin sorgulamaları da beraberinde getirmektedir (Karaman ve Doğan, 2018). Pek çok kültürde kadınların çocuksuz olması onların damgalanmasına, dışlanmasına ve ayrımcılığa uğramasına neden olmaktadır (Cui, 2010). Çocuk sahibi olamamak her iki cinsiyet için de sosyal bir baskı oluşturabilir ancak durum genellikle kadınlara atfedilir. Bu durumda kadınlar kendilerini suçlu, dışlanmış hissedebilirler. Çocuk sahibi olmaya yüklenen anlam arttıkça bireylerin üzerindeki baskının da artacağı da öngörülebilir (Topdemir Koçyiğit, 2012).
Çocuk sahibi olamama yeni bir sorun değildir ve uzun zamandan beri bireyler üzerinde etkili olmaktadır (Podolska ve Bidzan, 2011). Tıbbi tanımıyla infertilite, bir yıl ya da daha uzun süredir korunmaksızın düzenli cinsel birleşmeye rağmen gebeliğin sağlanamadığı bir üreme sistemi hastalığıdır (Zegers-Hochschild ve ark., 2009; McQuillan, Greil, White, ve Jacob, 2003). İnfertilite, maliyeti yüksek, tedavi sürecindeki uygulamalar nedeniyle fiziksel olarak müdahaleye maruz kalınan, psikolojik sorunlara neden olabilen stresli bir durumdur (Kırca ve Pasinlioğlu, 2013). İnfertilitenin yaygınlığına bakıldığında dünya genelinde kadınlarda ortalama onda bir görülmektedir, ülkemizde ise evli kadınların altıda biri infertilite sorunu yaşamaktır (Topdemir Koçyiğit, 2012). İnfertilite dünyada üreme çağındaki çiftlerin yüzden on beşini etkilemektedir (Cui, 2010).
Mutluluğun ancak çocuk sahibi olarak edinilebileceği düşüncesi ve çocuk sahibi olamayan kadınların verimsiz olarak görülmesi kadınlar üzerinde bir yük oluşturmaktadır (Topdemir Koçyiğit, 2012). Gelişmekte olan ülkelerde infertilite sorunuyla karşılaşan kadınlar çocuksuz bir yaşamı umutsuz olarak tanımlamaktadır (Cui, 2010). Annelik üst bir statü olarak görüldüğünde çocuk sahibi olmak isteyen ancak olamayan kadınlar için infertilitenin stres yaratıcı bir olay olması beklenebilir. (McQuillan, Greil, White ve Jacob, 2003). Anne olmak kadın için gurur kaynağı olabilir ve çocuk sahibi olan kadın toplumsal kabulü beraberinde getirebilir. Çocuk sahibi olamamak ise kadının kontrol duygusunu olumsuz etkileyebileceği gibi psikolojik olumsuz etkilere de neden olabilir (Bibi Noooren ve Shazia, 2014).
Çocuk sahibi olamayan kadınların bu durumdan dolayı depresyon yaşadıkları ve baskı hissettikleri bilinmektedir. Aynı zamanda çocuk sahibi olamayan kadınların yarısı bu durumu, hayatlarında meydana gelen sıkıntıların en büyüğü olarak görmektedirler. Çocuk sahibi olamayan kadınlar kayıp duygusu yaşayabilir. Kadınlar üzerinde kültürün olumsuz etkisi kadar çocuk sahibi olmak için görülen tedavilerin de olumsuz etkileri bulunmaktadır (Karaca ve Ünsal, 2012). Çocuk sahibi olmak için görülen çeşitli tedaviler kadınların üzerinde bir duygusal yük oluşturmaktadır. Üremeye yardımcı tedavilerdeki başarısızlığın kadınların üzerindeki etkilerinin araştırıldığı bir çalışmaya IVF (in vitro fertilization) tedavisinde en az bir kez başarısızlık deneyimi olan 66 kadın katılım göstermiştir. Bu kadınların sırasıyla pazarlık etme, kabullenme, depresyon, öfke, inkar ve izolasyon olmak üzere yas tepkileri verdiği görülmüştür (Lee ve ark., 2009). Buradan tedavilerde başarısızlıkların kadınlarda bir kaybın hislerini oluşturduğu açıkça görülmektedir. Yardımcı üreme tedavilerinden IVF (in vitro fertilization) tedavisi gören kadınların bu durumun duygusal durumları üzerinde erkeklerle karşılaştırıldığında daha etkili olduğu, infertilite tanı ve tedavisinin kadınlar için erkeklere göre daha stresli olduğu, kadınların tedavi aşamalarının daha stresli olarak deneyimlediklerini belirttikleri görülmüştür (Laffont ve Edelmann, 1994).
İnfertilite özellikle kadınlarda suçluluk, üzüntü gibi duygulara yol açan psikolojik bir yüktür. İnfertilite yenilmişlik duygusunu beraberinde getirip ebeveyn rollerini gerçekleştirmekten yoksun kalma düşüncesine, ilişkinin anlamlılığına dair sorgulamalara yol açabilir. Özellikle tedavinin ilk yılında kadınlar psikolojik yardım arayışı içinde olabilmektedir. Kadınların çocuk sahibi olmak için gördükleri tedavide mutlu bir aileye kavuşma ve tam bir aile kurma istekleri olduğu söylenebilir. Aynı zamanda tedavi sürecinde duygusal değişimlerle baş etmek, ebeveyn olamayacaklarına ilişkin korku ve yoksunluk duygusu kadınlarda hakim olabilir (Podolska ve Bidzan, 2011).
Kadın ve erkeğin çocuk sahibi olamamaları onlar üzerinde bir damgalamaya neden olursa bu durum benlik saygısında düşme, beden imajının olumsuz etkilenmesi gibi olumsuz etkilere sebep olabilir. Depresyon, durumluk kaygı, stres kaynaklı muhtemele kalp atım hızı ve kortizol değişiklikleri gibi psikolojik faktörler, çeşitli infertilite ve doğurganlık tedavilerinde canlı bir gebelik elde etme olasılığının azalmasını da yordamaktadır (Cwikel, Gidron ve Sheiner, 2004). Yani infertilite ve psikolojik faktörler arasında bir döngüsellik de söz konusudur. İnfertilite olumsuz duygulara etki ederken, olumsuz duygular da infertiliteye etki etmektedir.
Konuyla ilgili yapılan bir çalışmada infertil kadınların fertil kadınlara göre daha fazla anksiyete ve depresyon yaşadıkları görülmüştür. İnfertilite söz konusu olduğu zaman çocuk sahibi olamamak sadece kadının sorumluluğunda görülerek kadınlar suçlanabilmektedir. Sosyal çevreden ve içinde yaşanılan toplumdan alınan destek, kadınların ihtiyaçlarını karşıladığında, bu süreçte yararlı olabilir (Bibi Noooren ve Shazia, 2014).
İnfertilitenin kadınlar üzerindeki psikolojik etkilerinin araştırıldığı bir çalışmada nitel çalışmayla psikolojik etkilerin açıklandığı 11 tema elde edilmiştir. Bunlardan biri olumsuz kimlik bildirimidir. Kadınların infertiliteyi kimliklerinin bir parçası haline getirdikleri ve kendilerini bu şekilde tanımladıkları görülmüştür. Değersizlik ve yetersizlik duyguları da kadınlar üzerindeki bir diğer psikolojik etkidir. Bu aynı zamanda olumsuz kimlik kavramlarından biri olarak da değerlendirilebilir. Kadınların güven, değer, kimlik gibi sorunlarla meşgul oldukları, bir kadının en temel işlevlerinden birini yerine getiremedikleri için kendilerini beceriksiz hissettikleri, düşük benlik saygısı ifade ettikleri, yetersizlik hislerinin tüm hayatlarına yayıldığını ifade ettikleri görülmüştür. Kadınların aile üyeleriyle, çocukları olmamalarına ilişkin etkileşimleri de onların yetersizlik hissini arttırmıştır. Araştırmadaki kadınların aynı zamanda kişisel kontrol yoksunluğu hissettiği görülmüştür. Öfke, üzüntü, depresyon, anksiyete ve stres, yaşam doyumunda azalma, izolasyon da kadınlar üzerindeki psikolojik etkilerdendir. Bu kadınlar diğer annelere imrendiklerini, sosyal hayatta hamile bir kadını ya da çocuğuyla birlikte olan bir anneyi gördüklerinde olumsuz duygular hissettiklerini belirtmişlerdir. Kadınların evliliklerinde bu sorunla karşılaşacaklarını düşünmedikleri, birlikte çocuk dünyaya getirme konusundaki hayallerine ilişkin kayıp duygusu yaşadıkları görülmüştür. Kadınlar tedavi sürecindeki aşamalarda çocuk sahibi olmaya ilişkin umutlarının arttığını ancak başarısızlık durumunun da olabileceğini öğrendiklerinde ya da tedavi başarısız olduğunda büyük üzüntü ve hayal kırıklığı yaşadıklarını ifade etmişlerdir. Bunların tümü, kadınların infertiliteden dolayı derin acı hissi yaşadıklarını gözler önüne sermektedir (Williams, 1997).
Yapılan çalışmada (Amir, Horesh ve Lin-Stein, 1999) infertilite sorunu yaşayan kadınların sosyal desteğe sahip olmalarının onların bu stresli duruma uyumlarında olumlu rol oynadığı görülmüştür. Bir diğer bulgu infertilite süresi uzadıkça stresin de artacağıdır. Uzayan sürede stresli duruma uyum için psikolojik kaynaklar daha önemli görülmüştür. Sosyal desteğin psikolojik iyi oluş ve böylece daha az stresle ilişkili olduğu, bu nedenle koruyucu bir rolü olduğu anlaşılmıştır. Sosyal desteğe sahip olanlar, daha yüksek psikolojik iyi oluşa sahipken, desteğe sahip olamayan kadınlarda stresin arttığı görülmüştür. Aile, iş arkadaşları ve yaşamdaki diğer önemli kişilerin desteği, özellikle uzun dönemli infertilite yaşayan kadınlarda görülebilecek yüksek düzeydeki stresin azalması için önemli bir kaynaktır. Destek grupları stresi azaltmak ve iyi oluşu artırmak için aktif olmalıdır. Destek alınabilecek sosyal ağa sahip olmak infertilite tedavisinin zorlu sürecini ilerletebilmek için önemlidir.
Ülkemizde yapılan bir çalışmada infertil kadınların yalnızlık düzelerinin yüksek olduğu bulunmuş ve sahip oldukları sosyal çevredeki arkadaş, sırdaş ve akraba sayısının arttıkça yalnızlık hislerinin azaldığı görülmüştür. Arkadaşların desteğine ilişkin algı ve aileden desteğe ilişkin algı hem ayrı ayrı hem de birlikte değerlendirildiğinde yalnızlık hissi azalmıştır. Aynı zamanda psikolojik desteğe olan ihtiyaçlarla yalnızlık arasındaki ilişkiye bakıldığında psikolojik desteğe çok ihtiyacı olanların az ya da orta ihtiyaç duyanlara göre daha çok yalnızlık hissettikleri bulunmuştur (Kavlak ve Saruhan, 2002). Buradan sosyal desteğin infertil kadınlar için önemli olduğu görülmektedir.
İnfertilite tedavisinde kadınların hem ekonomik hem de duygusal olarak desteklemesi önem taşımaktadır. Özellikle nüfusu yaşlanmakta olan ve kadınların çocuk sahibi olmayı daha ileri yaşlara bıraktıkları toplumlarda doğurganlık oranı düşmektedir. Ülkelerin sağlık hizmetlerinde infertiliteyi önleme ve tedavisi konusunda çalışmalar yapmaları bu süreçten alınan zararı en aza indirecektir (Cui, 2010). Sonuç olarak infertilite çiftler üzerinde olumsuz etkilere neden olurken bu durumda cinsiyet farkı görülmekte ve kadınların bu durumdan psikolojik olarak daha çok etkilendiği görülmektedir. Hem tedavilerin geliştirilerek çiftler için sürecin kolaylaştırılması hem de sosyal destek ağlarının güçlendirilerek çifte ve özellikle de kadınlara sunulan desteğin artırılması, günlük hayatta pek çok zorluğu göğüsleyen kadınların üzerindeki yükü azaltacak ve bu süreci onlar için kolaylaştıracaktır.
Büşra TUNÇ
Psikolojik Danışman