
İnsan, nefes almaya başladığı ilk andan itibaren, yani doğum süreci ile birlikte anne karnında ilk kez bir sınırla tanışıyor aslında. Bu sınır, insanı koruyan ona konfor alanı sağlayan bir sınır olarak gelişiyor. Ülkelerin de benzer şekilde sınırları olmuştur bugüne kadar. Uğruna savaşlar verilmiş hatta surlar çekilmiş, yer altlarına şehirler yapılmıştır. İnsan hep bu yönüyle tehlikeden kaçmak, kaçınmak veya diğer bir deyimle korunmak için hep bir sınır çekmiştir kendine.
İlkokul sıralarına gidersek eğer arkadaşımızla sınırı geçmesin diye .ektiğimiz o şerit, sınavlarda kopya çekilmesin diye konulan çanta bu sınırlara hep örnek değil midir? Mesela sosyal ortamlarda sıra beklemek, havalimanlarında çekilen şeritler, spor müsabakalarında taraftarların kendine ayrılan yerlere oturması… Bu açıdan bakıldığında insan yaşamı farkında olmadan hep bir sınırla çevrili aslında.
Biraz güncele gidelim hatta. 2020 yılının Mart ayına. Kovid-19’a karşı çektiğimiz, bulaş riskine dair insanlarla aramıza koyduğumuz mesafelere, sınırlara bakalım. Bakınız yine bizi yaşatmak için, yine bir şeylerden kaçınmak ve hastalık riskinden korumak için bir sınır çekiyoruz. Sadece bu da değil aslında yaşamda daha kaliteli ve daha birlikte yaşamak için bu sınırları çekiyoruz.
Bu sınırlar bize çocukluğumuzdan beri çekiliyor. Yazının başında da söylediğimiz gibi bebeklikten itibaren aslında. Cinsiyet bile bir sınır. Yapmış olduğumuz meslekleri giyim tarzımız, hobilerimiz, yetenekli olduğumuz alanlar, eş seçimlerimiz, yaşam biçimimiz aslında akla gelebilecek her şey bir sınırın parçası. Hatta biraz daha ileriye gidelim. İnsanın sağlıklı yaşaması, bedeninin fonksiyonlarını yerine getirebilmesi için tüm organlarının belirli bir düzende, belirli bir sınırla, belirli bir şekilde çalışması gerekir değil mi? İşte size sınırların doğru kullanımının aslında en karmaşık ama en basit İörneği. İşte bu sebeple sınırların olabildiğince korunması, yerinde kullanılması ve yaşatılması gereklidir.
Son dönemde toplumlarda, özelin genele daha çok paylaşıldığı özel ile genelin iç içe geçtiği, mahremiyet kavramlarının yok olduğu bir süreç yaşıyoruz. Bu tüm sınırların dağılması, kültürlerin bozulması gibi kavramlarla hatta kuşak farklarıyla anlatılsa da aslında temel sorun yaşamın anlamı konusunda yaşanılan eksiklikler. İnsan yaşamının basitleşmesi ve materyalist düşüncelerin çok daha tutarlı olup her şeyin değer yönüyle maddi yükünün ağır basması olarak nitelendirilebilir. Bu yaşamın ve dünyanın geri kalan zamanında insanlık için tehlikeli gibi görünse de ne zaman ayarlarımıza döneriz meçhul.
Daha fazla içinizi karartmadan sözlerimize son verirken bu sayıda ise doğumdan ölüme insanın nefes aldığı her ortamda var olan sınırların esnekliği ve esenliği konusunu değerlendirmeyi size bırakarak daha fazla sınırınıza girmeden sizi 28. Sayımızda olan “Sınır” ile buluşturmak istedik. Keyifli ve tutkulu okumalar dileriz.
Berk Çeşmeli & Kadiye Ulus
Psikolektif Dergi Editörleri