
Yunan mitolojisinde anlatılan bir hikâyeye göre, bir gün tanrılar insanların mutluluğu aramasını istedikleri ve böylece mutluluğun çok değerli olması için onu saklamaya karar vermişler. Tanrılardan biri “Göklerin en uzağına saklayalım” demiş. Bir diğeri “Denizin en dibine saklayalım” diyerek fikrini belirtmiş. Başka bir tanrı “Ormanın en kuytusuna saklayalım” demiş kendinden emin bir şekilde. Fakat en sonunda bir tanrı “İçlerine saklayalım. Oraya bakmak akıllarına gelmez.” diyerek son noktayı koymuş.
Günümüzde aslında tam da bu hikayedeki gibi mutluluk hep dışarıda aranmaktadır. Kimi zaman insanlar gökyüzüne bakarak mutluluğa dair hayaller kurmakta, kimi zaman bir deniz kenarında dalgalarının vurduğu kumsalda uçsuz bucaksız düşüncelere dalmakta ve kimi zaman da doğanın içerisinde uzun ağaçların arasında kendisini küçük hissederek kaybolmaya çalışmakta. Aslına baktığımızda sorunlarımızın, üzüntülerimizin ve kırgınlıklarımızın üzerine gitmeden onlardan uzaklaşmak için mutluluğu başka yerlerde aradığımız her durum kaçıştır. Bize acı veren anlardan, durumlardan, olaylardan, nesnelerden ve kişilerden kaçmak isteriz. Mutluluğu bunlardan uzakta arayabiliriz. Halbuki kişinin içindeki acı o nereye giderse gitsin peşinden gelir. Bu acıya karşı bazen öfkeleniriz ve her şeyi ardımızda bırakmak isteriz ama kişi öfkesinin altında yatan o ilk incinmişlik duygusunu, içinde yaşayan o anıları ardında bırakıp gidebilir mi? Yoksa gitmek için hazırladığı bavuluna hiç farkında olmadan acısını anılarıyla harmanlayarak koyar ve bir yük gibi yanında taşır mı? Bu soruların cevabını içimizdeki çocuk verebilir.
Siz de belki daha önce bu soruyu duymuşsunuzdur: “İçindeki çocuk öldü mü yoksa halen yaşıyor mu?” Bu sorunun cevabı kaç yaşında olursak olalım içimizdeki çocuğun ölmediği, hep bizimle yaşadığı ve nereye gidersek gidelim yanımızda bizimle geldiğidir. Çocuk yanlarımız yaşamımızın ilk anlarından itibaren oluşmaya başladığından en uzun süredir bizimle olan ve geçmişimizle aramızda bir köprü kuran yanlarımızdır. Fakat yaşam içerisinde içimizdeki çocuğun sesini ve ne istediğini, neye ihtiyacı olduğunu duymakta zorlanabiliyoruz ya da onu hiç dinlemeyebiliyoruz. Bazen bir olay olur ve çok öfkeleniriz. Öyle ki öfkelendiğimiz şeye, kişiye bağırır ortalığı ayağa kaldırırız ama birisi gelip dokunsa ağlayacağızdır. Bunun nedeni o olaya, kişiye veya duruma çocuk yanımızla tıpkı çocukluğumuzdaki gibi bakıp öfkelenmiş olmamız olsa da altta yatan yaşadığımız duruma dair incinmiş oluşumuzdur. Olay karşısında bize dokunan karşılanmasını istediğimiz bir ihtiyacımız vardır ve onun anlaşılmasını isteriz. Yani öfkeli çocuk modumuz kendini gösterse de altında ihtiyacı karşılanmadığı için üzülen incinmiş çocuk modu vardır. Kişi ilk anda incinmiş çocuk yanını göstermek istemeyebilir veya bunu göstermenin “güçsüzlük” olduğunu öğrenmiş olduğu için saklamak isteyebilir. Bu nedenle ilk anda öfkesiyle yaklaşabilir. Fakat dinlenmediği, sevilmediği, görülmediği, anlaşılmadığı ve belki de kısıtlanmış hissettiği için aslında o olaydaki temel ihtiyacı karşılanmadığından incinmiş çocuk modu ihtiyacını dile getirmek amacıyla ben buradayım der. Onu duymak için öncelikle içimizdeki öfkeli çocuğu sakinleştirmemiz gerekebilir ve sonrasında incinmiş çocuğun hangi ihtiyacının karşılanmadığını sorabiliriz. Bunu fark etmek yaşadığımız bu olayı geçmişteki hangi olayla eşleştirdiğimizi görmemizi de sağlayacaktır. Sevgilisi tarafından sevilmediğini hisseden biri çocukluğunda sevilmediğini hissettiği anıları hatırlayabilir; arkadaşlarıyla ilişkisinde sosyal izolasyon yaşayan biri kendisini diğerlerinden farklı hissettiği ilk anılarını düşünebilir veya iş yerinde başarısız hisseden biri kendisini okul notları nedeniyle cezalandıran ebeveynlerini aklına getirebilir.
Her insanın karşılanmasını beklediği ihtiyaçları vardır ve bu ihtiyaçların yeterli düzeyde karşılanmaması insanı mutsuzluğa sürükleyebilir. Bu ihtiyaçlar arkadaşlık ilişkilerinde, romantik ilişkilerde, iş ilişkilerinde ve aile ile olan ilişkilerde kendini gösterebilir. Bu ihtiyaçları görmemek, duymamak ve hatta bu ihtiyaçları kendi parçamız olarak benimsememek bizi kendimizden uzaklaştırır. Sonrasında mutluluğu başka yerlerde ararız. Halbuki bu incinmiş ve öfkeli çocuk yanlarımız dışında yine bizim içimizde olan mutlu çocuk yanımız da vardır. Güldüğü anlarda var olan, sevildiğini ve değer gördüğünü hisseden, kendini anlaşılmış ve empati kurulmuş hisseden, anda kalan, ihtiyaçları karşılanmış mutlu çocuk modumuz yaşamdan daha fazla doyum almamızı sağlar. Yani ancak kendimizi dinlediğimizde bize neyin iyi geleceğini anlayabilir ve mutluluğu kendi içimizde bulabiliriz.
Bazen bize neye ihtiyacımız olduğunu fısıldayan o sesi duymayı o kadar uzun süredir bırakmışızdır ve hayatımızda etkili olan ebeveynlerimizin ve önemli kişilerin seslerine kulak vermişizdir ki kendi isteklerimizin neler olduğunu, dolayısıyla da nasıl mutlu olacağımızı bilemeyiz. Bu durumda kendimize ebeveynlik yapmamız gerekebilir. Sağlıklı yetişkin modumuz ile içimizdeki incinmiş çocuğun sesini, bize anlatmaya çalıştıklarını duymaya çalışabiliriz. Mutlu hissetmek için neye ihtiyacı olduğunu, kırgınlıklarını nasıl giderebileceğimizi sorabiliriz. Bu soruların cevaplarını hayatımızda uygulamak, içimizdeki incinmiş çocuğun elinden tutmak, ona anlayış göstermek ve sarılmak incinmiş çocuk yanımızı teselli ederken, mutlu çocuk yanımızı büyütebilir. Geçmişi değiştirmek mümkün olmasa da geleceğe farklı bir bakış açısıyla bakabilir ve kendimizi mutlu hissetmek için neler yapabileceğimize odaklanabiliriz. Böylece aslında bizi mutlu edecek, bize iyi gelecek ne varsa yine kendi içimize bakarak görebiliriz.
Şükrü Can ÖZÜAK
Psikolojik Danışman ve PDR Yüksek Lisans Öğrencisi