
İnsan, çocukluktan yetişkinliğe yaşam deneyimleri ile dallanan ve budaklanan, tıkanmış yollardan yeni geçitler açan, köklerinin toprağını çapalayan, kabuğunu bir palto gibi yamayan ve mevcudiyetini kaplayan o palto ile yeni yollar arayan varlık. Severiz her yaşantıyı farklı bir palto ile örtmeyi, gün sonunda bir vestiyere dönüştüğümüzü fark edene kadar. Bir bakmışız içimizdekileri örtüp kapamaktan dışardan benliğimizin esamesi görünmez olmuş. Varoluş mücadelesi içerisinde girdiğimiz her yol ve deneyimlediğimiz her yaşantı kişiliğimizin her bir basamağını oluşturur. Deneyimlerimizle karakterimize ve kişiliğimize yeni izler eklesek de özünde saklı olan bir mizacın varlığı aşikardır. Yeni çiçekler açmak özü fark ediş ile başlar. Özü fark ediş ise çocukluğa dönmek yerine çocukluk dallarını budaklarını sarmalamakla, kabullenmekle, kıymetini anlamakla var olur.
Peki neden yeni yollar ararken çocukluk dallarını sarmalamak gerekir? Erken çocukluk yılları tecrübelerinin geri kalan yaşamı etkilediğini, bu doğrultuda olumlu veya olumsuz çocukluk deneyimlerinin kişiliğin temel örüntülerini oluşturacağını pek çok bilim insanı savunmaktadır. Buradaki deneyimler bireyin benliğinin bütünlüğünü yapılandıracaktır. Kültürel kodlar ve miraslar, ideolojik aktarımlar, yaşayışlar, çöküşler ve kalkışlar ile şekillenen çocukluk örüntüleri sırtımızdaki paltoyu ve kendimize yönelik algımızı şekillendirmektedir. Paltonun yamalarına baktığımızda ise çocuğun bir birey olarak yeterli ve biricik oluşunu yetişkinlere ispatlama ve kabullendirme mücadelesi ile karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Bu yazıda algı boyutu ile kültürel şemamızda deyim olarak yer edinen ‘Çocuk gibi…’ ifadesini, tarihsel süreçte ‘Çocukluk’ kavramının kazanmış olduğu anlamlar ile kısaca irdeleyeceğiz.
Kişiyi bazen yerme bazen de övme olarak kullanılan ‘Çocuk gibi’ ifadesi; kişide kimi zaman masumiyet kimi zaman ise yetersizlik hissi uyandırmaktadır. Türk Dil Kurumunun çocuk tanımlarına bakıldığında “Belli bir işte yeteri kadar deneyimi ve yeteneği olmayan kimse.” ifadesi kullanılmaktadır. Bu tanımdan yola çıkarak yetişkinlerin çocuk algısında yetersizlik düşüncesinin ne kadar keskin bir şekilde yer ettiğini görmekteyiz. Yetişkinlerin çocuk algısında; yeri geldiğinde saf ve masum bir melek gibi görülürken, hata yaptığında ise deneyimsiz ve suça eğilimi yüksek düşüncesine hâkim olunması, diğer yandan o toplumdaki her bir ferdin geleceğin önemli insanları olarak görülmesi gibi tutarsızlıklar içermektedir. Nasıl ki suça sürüklendiği için devlet tarafından korumaya alınmış bir çocuğa göre çocukluk; hata yapan ve sonucunda toplumdan soyutlaştırılan kişi olarak değer biçilirken ailesi tarafından her isteği yerine getirilen ve gerçeklikten uzaklaştırılarak el üstünde tutulan çocuğa göre çocukluk kavramı ise sevimli ve ilgi odağındaki küçük şey olarak değer algısı kazanmaktadır.
Çocuk kelimesi uluslararası literatürde incelendiğinde bazı farklı karşılıklara denk gelmekle birlikte Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Beyannamesi’ne göre 0-18 yaş arası herkes çocuk olarak kabul edilir. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre ise 0-10 yaş arası döneme çocukluk, 10-19 yaş arasındaki aralığa ise ergenlik dönemi olarak kabul edilir. Yasalar ise 18 yaşına kadar her bireyi yasal boyut ile çocuk olarak kabul eder (Hareket, 2022). Çocukluk kavramı, insanlığın tarihsel süreci içerisinde hem birbirinden bağımsız toplumlarda hem de farklı kültürlerdeki aile kurumunda değişik anlamlar kazanmıştır. Geçen her yüzyılda, kurulan her toplumda, inşa edilen ve inanılan her ideoloji ve dinlerde bu algı değişmiş; çocuğun gelişimine dair farklı bakış açıları ortaya konulmuştur. İncelenen dönem bazında bakıldığında dünya nüfusunun büyük bir oranını oluşturan çocuklar, çoğunlukla kırılgan kesim arasında kalmış, ötekileştirilen ve ihtiyaçları ikincilleştirilen bir grup olarak görülmüştür. Yetişkinlerin kurguladıkları dünyada kendilerini var etmeye çalışan bireyler olarak çocuklar, günlük yaşam deneyimleri içerisindeki aldıkları kararların neredeyse tamamında bir yetişkin otoritesi ve manipülasyonu ile karşılaşmaktadır. Bu doğrultuda ise aslında çocuğun kendi kararları ile var olamayışı karşımıza çıkmaktadır.
İlkel toplumlara bakıldığında yaşanan göçebe düzen içerisinde çocuklar, iş yükünü hafifletecek insan yavrusu olarak algılanmakta olup bir aile için fazla çocuğa sahip olmak daha fazla iş yapıp daha fazla kazanç sağlayabilecekleri anlamına gelmekteydi. Bu doğrultuda ise güçsüz, hasta, özel gereksinim isteyen ve kız çocukların işe yaramayacağı düşünülüp doğal seçilim ile yok olmaları ve hatta zaman zaman ölüme terk edilmeleri gerçeğini de karşımıza çıkarmaktadır. Orta çağ dönemi çocukluk algısına bakıldığında ise yetişkinin minyatürü olarak görülmekte olup bu dönemde aile yapısı kölelik üzerine şekillendiği için hiçbir çocuğun eşit olmadığı görülmektedir. “Çocuk Yüzyılı” olarak kabul edilen Rönesans dönemine gelindiğinde çocukluk algısı değişip gelişmekte olup artık çocuklara geleceğin yetişkinleri gözü ile bakılmaya başlanmıştır (Stearns, 2023). Değişen bu algı ile çocuğun sağlıklı gelişimine ve alacağı eğitimlere önem verilmiştir. İlerleyen her yüzyıl bu algı oldukça değişmiş ve güçlenmiştir. Küreselleşen bu çağda ise geçmişten gelen bazı düşünce yapılarının hala varlığını sürdürdüğünü bilmekle birlikte yeni algılayış biçimlerinin doğduğunu da görmekteyiz. Peki ya sizce çocuk kimdir?
Fatma Nur ÖZAKÇA
Aday Çocuk Gelişimci