
Hepimiz insanız; yürüyen, konuşan, seven, sevilen, nefes alan canlılar… Hiç düşündünüz mü hayatta sizi en çok kim sever? Kim mutluluğunuzu ister? Aileniz, arkadaşlarınız, sevgiliniz… Liste uzayıp gider. Peki, aileniz sizden utansaydı adım adım intihara sürükleseydi ya da babanız sizi öldürmek isteseydi ya da 22 yaşında hayatınızın baharında yakılarak katledilseydiniz… Hiç düşündünüz mü? Polise, doktora gitmeye korksaydınız mesela ya da huzurla çalışmanıza izin verilmeseydi. Katilinizi vacip sayan insanlar olsaydı ve bu insanlar en yakınlarınızdan en sevdiklerinizden olsaydı. Dünya sizin için nasıl bir yer olurdu?
Burada şunu söylemek istiyorum sayın okurum buraya kadar için titreyerek, empati kurarak geldiysen hoş geldin. Eğer hiçbir şey hissetmediysen empati kurmayı bırak, hak etmişlerdir mutlaka diyorsan yanlış yerdesin. Çünkü bugün bu zihniyet yüzünden Lezbiyen, Gay, Biseksüel, Transseksüel, İnterseksüel, Queer (LGBTİQ+) bireyler intihar ediyor. Kendi ebeveyni tarafından katlediliyor. Sokağa çıkmaya korkuyor. O kadar ki bu insanlara yönelen nefret suçlarından kaynaklı 69 vakanın sadece 12’si yargıya taşınıyor. 275 vakadan 71’i ayrımcılığa uğrayabileceği, 70’i aileye veya medyaya ifşa olabileceği sebepleriyle yaşadıkları şiddeti polise bildirmeye korkuyor (KAOS GL, 2020).
Gross ve arkadaşlarına (1988) göre LGBTİQ+ bireylerin karşılaştıkları sorunlar; insan hakları ihlalleri olarak ele alınabilir. Bunlar; yok sayılma, ayrımcılık, marjinalleştirilme, aşağılanma ve niceleridir. Örnek olarak, ABD’de eşcinsellerle gerçekleştirilen bir araştırmaya göre; eşcinsellerin %40’ı hayatlarında en az bir kez ayrımcılığa maruz kaldığını belirtirken, geylerin %46’sı, lezbiyenlerin de %20’si cinsel yönelimleri nedeniyle şiddet gördüğünü belirtmiştir (Gross ve ark., 1988; aktaran Gülmez, 2020). Herek ve arkadaşları (2002)’na göre bu oranlara rağmen, homonegativizm (cinsel yönelimi heteroseksüel olmayan insanların toplumda diğerleri ile eşit şartlarda yaşamalarına izin vermeme durumu) sebebiyle oluşan nefret suçuna maruz kalan eşcinseller, maruz kaldıkları şiddet eylemi karşısında ikincil bir travma yaşayacakları, cinsel yönelimlerinin istemedikleri kişilerce duyulacağı korkusuyla yardım arama davranışı gösterememektedir (aktaran Gülmez, 2020). Fassinger (1991)’e göre eşcinsel erkek ve kadınların üçte birinden fazlası kişilerarası şiddete maruz kalmakta ve %94’ü cinsel yönelimleri hakkında bir mağduriyet yaşamaktadır (aktaran Set ve Ergin, 2019). Bu durumun temel nedeni hiç şüphesiz eşcinselliği hastalık sayan zihniyettir.
Eşcinsellik, bir hastalık değil yönelim farklılığıdır. Toplumdaki her bireyin heteroseksüel olması gerektiğini söyleyen, heteroseksüellik dışındaki yönelimleri yasak, sapkın, günah olarak niteleyen ideolojinin bir ürünü olan homofobi; LGBTİQ+ bireylerin kimliklerinin yok edilmesi veya gizli kalmasını dayatmaktadır (Kaptan ve Yüksel, 2014). Eşcinsellere yönelik olarak fiziksel şiddet, sözel şiddet, mizah, dışlama ya da öldürme gibi farklı eylem biçimlerinin hayata geçirilmesi ile ortaya çıkan homofobi, en şiddetli ayrımcılık biçimlerinden biri olarak nefret suçlarının ortaya çıkmasına da zemin hazırlamaktadır (Dondurucu, 2018). Eşcinsellik ruhsal bir hastalık olmaktan 1973 yılında Amerikan Psikiyatri Birliği tarafından DSM’den çıkarılmıştır ancak bu durum toplum nezdinde ve hatta bazı ruh sağlığı çalışanları tarafından dahi benimsenememiştir. Bu nedenle eşcinsellik hastalık değildir fakat eşcinsel bireylerin maruz kaldıkları homofobik tutum ve davranışlar onlarda ruhsal hastalıklara sebep olmaktadır (Kaptan ve Yüksel, 2014). Örneğin Chocker (1998)’e göre eşcinsel bireylerde, heteroseksüel bireylere oranla daha çok anksiyete bozukluğu görülür ve eşcinsel bireyler daha fazla travmatize olurlar (aktaran Kaptan ve Yüksel, 2014). Freidman (1999)’a göre eşcinsel bireylerde ruhsal sıkıntıların fazla olmasının sebebi önyargı ve ayrımcılığın yarattığı stresli sosyal çevredir. Meyer (2003)’e göre ise bu durum “azınlık stresi (minority stres)” olarak tanımlanmıştır ve bu terim; ayrımcı deneyimler, reddedilme beklentisi, gizlenme, içselleşmiş homofobi ve ileri savunma stratejileri gibi stres oluşum süreçlerini içermektedir (aktaran Kaptan ve Yüksel, 2014).
Ballard ve Morris (1994)’e göre eşcinselliğe karşı olan tutumlar toplumsal yargılara, kalıplara ve bireyin toplumsallaşma sürecine dayanmaktadır. Diğer bir deyişle bütün bu homofobik tutumlar doğuştan değildir, yaşam sürecinde öğrenilmektedir. Bu toplumsallaşma sürecine; aile, dini kurallar, kuşak aidiyeti/akranlar ve medya farklı şekillerde katkıda bulunmaktadır (aktaran Duyan ve ark., 2011). Yani insanların eşcinselliğe bakışı kuşaktan kuşağa aktarılan, öğrenilen bir süreçtir. Bu nedenle ruh sağlığı çalışanları olarak bizler önce kendimizi eğitmeli, kendi dil ve davranışlarımızdaki homofobiye geçit vermemeliyiz.
Gül DEMİRDELEN BAYRAM
Psikolojik Danışman