Kapatmak için ESC'ye basın

PsikolektifPsikolektif Ortak Noktamız: Ruh Sağlığı

İnsan ve Yıkıcılığı – Psikolektif Dergisi – Sayı – 5

Bu Yazıyı Tahmini Okuma Süresi: 5 Dakikadır.

Tarih öncesi ve tarihe mal olmuş toplumlar bir yana günümüzün gelişmiş toplumlarına bakıldığında da insanın, saldırganlığı bir alışkanlık edinmiş olduğu görülecektir. Savaş ve benzeri toplumsal akıl tutulmaları bir yana günümüzde genç nüfusta en sık görülen ölüm nedenlerinin başında cinayetlerin gelmesi de bunu göstermektedir. Bunun yanında cinayete varmayacak düzeydeki şiddet olaylarının ise salgın düzeyinde olduğunu kabul etmek zorundayız. Peki insandaki bu saldırganlık ve şiddete meyil nereden geliyor? Saldırganlık doğamızın bir parçası olarak ruhsal yapımızın derinliklerinde, kendini açığa vuracak doğru koşulların ortaya çıkmasını bekliyor olabilir mi? Yoksa şiddet ve saldırganlığı çevremizden mi öğreniyoruz? Peki içine doğduğumuz çevre ve kültür saldırganca davranışlar sergilememizi tetikler ya da etkiler mi?

İkinci dünya savaşının neden olduğu olağanüstü yıkımı bizzat deneyimleyen Freud “Haz İlkesinin Ötesinde” makalesi ile insanoğlunun yıkıcı dürtülerine işaret etme gereksinimi duymuş ve saldırganlığın insanın en karanlık ve gizli dürtüsü olmasının yanında libidinal dürtülerden bile daha derin kökenlerinin olabileceğini belirtmiştir. Gerçekten de insana dair dikkatlice bir tahlil, saldırganca dürtülerinin insan ruhsallığının derinliklerinde sinsice işlediğini ve insanın bu saldırganca dürtülerini görmezden gelme eğilimi taşıdığını düşündürmektedir. Nitekim sadece insanın işleyebileceği ölçüdeki birçok saldırganca şiddet olayı karşısında çoğumuzun ilk tepkisinin failin insan olamayacağına dair söylemleri bunu göstermektedir. Bunun yanında sürekli olarak çeşitli ideoloji, din ve hareketleri suçlayarak insanın saldırganlığının yıkıcı yönlerinin ısrarla görmezden gelinmesi de bunu göstermektedir. Daha açık olmak gerekirse insanla ilişkili yıkımların temel nedeninin bizatihi insan olduğu gerçeğini insanlar olarak kabul edilemez gördüğümüz için, insanın kendi yıkıcılığını ısrarla inkâr etme yönünde gayret sergilediğimizi söylemeye çalışıyorum. İnsanın kendi yıkıcılığını görmezden gelerek, bunu etraftaki diğer faktörlere yansıtması, asıl sorununun yani insan yıkıcılığının bir türlü ele alınmamasına yol açmış, bu da insanın devasa dönüşümüne rağmen yıkıcılık problemini bir türlü çözememesine neden olmuştur. Böylelikle olabildiğince medenileşmiş olmasına karşın insan, yakıp yıkmaya devam edegelmiştir. Başta Orta Doğu olmak üzere tüm dünyada, kaotik bir saldırganlığın hâkim olduğu ve akıl almaz bir yıkıcılığın kol gezdiği, şiddetin dozunun her geçen gün arttığı bir dönemde, insanoğlunun yıkıcılığının dinamiklerini en iyi şekilde analiz etmemiz gerektiğini, bunun için de şiddet probleminin salt bir güvenlik meselesi olarak, güvenlik uzmanlarının anlayışları ile önerilerine bırakılmaması gerektiğini ve psikoloji camiasının bu konularda mutlaka konuşması ve çözüm yolları için önerilerde bulunması gerektiğini düşünüyorum. Ancak pratiğe baktığımızda insan ruhsallığını anlamayı dert edinmiş kimi tüzel oluşumların bile insan ve saldırganlığını (belki de bilinçdışı şekilde) anlama çabasından uzak kaldıkları görülmektedir. Nitekim ancak insanın işleyebileceği türden bir vahşet örneği olan (insan dışında gerçekleştirebilecek bir canlı var mı bilmiyorum doğrusu) Özgecan’ın katledilmesi olayına dair bir ruh sağlığı derneğinin basın açıklamasında saldırganlar “insanlıktan çıkmış” olarak betimlenmiştir. Oysa bu kişilere insanlıktan çıkmış dediğimiz anda, biz insan ruhsallığını araştıran bireylerin bu konuda susması gerekmekte, böylelikle adeta bindiğimiz dalı kesmiş olmakta ve meseleyi, bugüne değin hep olduğu gibi diğer disiplinlere havale etmiş olmaktayız. Oysa bu söylemin, insanoğlunun kendisindeki saldırgan dürtüleri görmezden gelip, “kendisinin canlıların en iyisi” olduğu yanılsamasının bir türevi olduğunu ve bu inkârın da yıkıcılığın devamının temel nedeni olduğunu belirtmek isterim.

Tarihe baktığımızda insanlardaki yıkıcı dürtülerin etkinliğini kavramış olan yönetici elitinin, Roma’daki gladyatör dövüşlerinden, bir şekilde yıkıcı eylemler ile toplumun tüm kesimlerini bir araya getirdiğini görürüz. Her savaşın görünürde muhakkak bazı nedenleri olsa da tüm savaşların temel nedeninin insanın saldırganlık itkisi olduğunu ve bu itki olmaksızın insanın diğer hayvanların sergilediği saldırganlık biçimlerinden daha fazlasını asla sergilemeyeceğini düşünüyorum. Bugün “sex sells” yani “Cinsellik Satar” tabirinin reklamcılar tarafından oldukça güçlü şekilde kabul edilip yaygın bir pazarlama aracı olarak kullanıldığını biliriz. Ancak hiçbirimiz şiddet ve saldırganlığın da en az cinsellik kadar sattığına kafa yormayız. Oysa biraz dikkat ettiğimizde siyasetçisinden, reklamcısına, gündüz kuşağı TV programlarından ana haber kuşaklarına ve sinema endüstrisine kadar herkesin reyting için sıklıkla şiddet ve yıkıcılık içeren görüntü ve ifadelere başvurduğu görülecektir. Günümüz çocuk kanallarındaki çizgi filmlerde bile neredeyse en sık kullanılan temanın yıkıcılık olmasını da hatırlatmak isterim. Her ne kadar bu durumun bir nedeni sorumsuz yayıncılık olsa da yayıncılar için en önemli şeyin reyting olduğunu göz önünde bulundurmak gerekecektir. Bunun yanında en çok satan ya da oynanan bilgisayar oyunlarının da şiddet ve yıkıcılık temalı oyunlar olması da şiddetin sattığını başka bir deyişle şiddetin rağbet gördüğünü göstermektedir. Bu da insanda yıkıcı eylemlere dair bir meyil olduğuna işaret etmektedir. Nitekim belki de insandaki yıkıcı dürtüleri dizginlemesi beklenen dinlerle ideolojilerin, insan yıkıcılığının birer aracı haline dönüştürülmüş olması da insandaki saldırgan dürtülerin oldukça derin ve etkili olduğunu düşündürmektedir.

Saldırganlığın insanın temel güdülerinden biri olduğunu kabul etsek bile çevresel ve kültürel faktörlerin potansiyel yıkıcılığın ortaya çıkışında etkili olduğunu söylememiz gerekecek. Davranışı birey ile çevrenin karşılıklı etkileşiminin bir sonucu olarak ele aldığımızda bir bireyin bir ortam ya da çevrede şiddete başvururken başka bir ortamda şiddete başvurmasını etkileyen birçok çevresel faktör olabileceğini hatırda tutmak gerekir. Bunun yanında sosyal öğrenmenin de şiddet davranışı sergilemeyi etkilediğini söyleyebiliriz. Böylelikle aile içinden başlamak üzere toplumsal alanlarda şiddete kolayca başvurulduğu ve bunun işe yaradığını gören bir çocuğun içindeki saldırganca itkileri sahneye sürmesinin çok daha kolay olacağını söylemek gerekecek. Böylelikle saldırganlığı doğamızın bir parçası olarak ruhsal yapımızın derinliklerinde, kendini açığa vuracak doğru koşulların ortaya çıkmasını bekleyen bir dürtü olduğunun bilincinde davranmak, böylelikle içimizdeki uçsuz bucaksız saldırganlık dürtüsünün yıkıcılığını bir nebze olsun azaltabilmek mümkün olacaktır. Bu durumda insandaki saldırgan dürtülerin bilinçdışı işleyerek kişi ile toplumu kendisini sahneleyecek ortamları oluşturmaya sevk ettiğini de olabildiğince hatırda tutmak ve buna karşı bilinçli ve aktif bir tutum sergilemek gerekecektir. Bunun da ancak şiddet dilinin her platformda aktif biçimde engellenmesi ile başarılabileceğini düşünüyorum. Böylelikle toplumu kutuplaştırıcı, kimilerini hedef gösterici, aşağılayıcı ya da suçlayıcı her türlü söylemin terk edilmesi bunun yanında saldırgan tutum ve eylemleri pekiştirmekten azami düzeyde çekinilmesi gerekmektedir. Ayrıca basın yayın kuruluşlarının sorumlu yayıncılık ilkeleri çerçevesinde davranması ve şiddeti özendirici programları yayınlamaktan sakınması da önem arz etmektedir.

Toplumda Freud’a mal edilen ancak kendisinin de başka bir düşünürden alıntıladığı ve “medeniyetin kurucusu ilk defa mızrak atmak yerine küfür kullanmış olan insandır” sözüne de atıfta bulunarak konuşma ya da iletişim kurmanın şiddeti önlemedeki en önemli faktör olduğunu hatırlamakta fayda olduğunu düşünüyorum. Böylelikle sorunları konuşup tartışarak çözebilme, ve insanın temel duygulanımlarından olan sinirlenme ile baş edebilmeyi de öğrenmek gerekiyor. Bunun yanında saldırganca eylem ve tutumların işe yararlığını engellemek de faydalı olacaktır.

Freud insandaki yıkıcı dürtülerin şiddetini vurgulamak üzere uygarlaşmış toplumun, insanın insana duyduğu düşmanlık hislerinden dolayı sürekli bir dağılma ve parçalanma tehdidi altında olduğunu ileri sürer. ABD başkanı Roosvelt’e yazdığı mektup ile insan yıkıcılığının belki de en büyük ürünü olan atom bombasının fikir babası olan Albert Einstein da “Üçüncü dünya savaşında hangi silahlar kullanılacak bilmiyorum, ama dördüncüsü taş ve sopa ile yapılacak” sözüyle Freud ile benzer kaygılar taşıdığını ve insan saldırganlığının uygarlığın sonunu getirebileceğine dikkat çekmiştir. Gerçekten de insan saldırganlığı uygun koşullara kavuştuğunda uçsuz bucaksız kötülüklere imza atabilmekte, 1. Ve 2. Dünya savaşlarında da görüldüğü üzere devasa yıkımlara neden olabilmektedir. Bu arada Orta Doğu’da bitmek bilmeyen şiddetin önemli bir nedeninin de bu toplumlarda çeşitli nedenlerle ölme/öldürme eylemlerinin aşırı şekilde kutsanması olduğuna dikkat çekmek istiyorum. Böylelikle ölme/öldürme söylemlerinin yaşatma ve karşılıklı saygıyı yücelten söylemlerle yer değiştirmesi Orta Doğu’daki şiddet sarmalının hafiflemesinde faydalı olacağını düşünüyorum. Bu durum sadece savaşları değil günlük hayatta sıklıkla karşılaştığımız kadına, çocuğa, hekime hatta hayvanlara yönelik şiddeti de azaltacaktır.

Sonuç olarak saldırganlığın insan ruhsallığının temel bileşenlerinden olduğu ve bu saldırgan itkilerin farkında olarak onları denetim altında tutmaya çalışmak gerektiğini sürekli olarak hatırda tutmak gerekiyor. Aksi halde ruhsal yapımızın derinliklerindeki saldırganlığın, kendini açığa vuracak koşulları oluşturarak linç kültürünün oluşmasına neden olarak herkesin sürekli bir tehdit algısı ile her an tetikte olmasına; bunun da günümüz Türkiye’sinde olduğu olağanüstü bir tahammülsüzlük ile günlük hayatta ötekine, kadına, çocuğa, hayvanlara ve doğaya yönelik akıl almaz boyutlara varan yıkıcı eylemlere sıkça rastlanmasına yol açması işten bile değil.

Veysi ÇERİ

Psikiyatrist