Kapatmak için ESC'ye basın

PsikolektifPsikolektif Ortak Noktamız: Ruh Sağlığı

CHILDISM (ÇOCUK DÜŞMANLIĞI) – Psikolektif’ten – Sayı – 15

Bu Yazıyı Tahmini Okuma Süresi: 6 Dakikadır.

“Çocuklar, acıları paylaşmaz demiştim omuz silkerek.

Acılardır paylaşan çocukları. Gün geldi, paylaşıldı acılar. Çocuklar paylaşıldı.”

İsmet ÖZEL

Çocuk kimdir? Çocuk kimindir? Çocuk, sahip olunan bir varlık mıdır? Çocuk masum mudur, yaramaz mıdır? Çocuklar politik özne midir? Çocuğa ve çocukluğa karşı ön yargıların temeli nereye dayanır? Çocuk nefreti ve düşmanlığı diye bir durum söz konusu mudur? Çocuğun ihmali ve istismarı nedir? Çocuğun ihmal ve istismara uğrayabileceği ne zaman keşfedilmiştir? Çocuğa özel haklar gerçekten var mı, ne zaman gündeme alındı?

Tüm bu soruları tartışmadan önce toplumsal algı kavramının özüne inerek algılarımızın yaşayış rutinleri üzerindeki etkilerine değinmekte fayda olduğunu düşünüyorum. İçinde yaşadığımız dünyada tanımladığımız, ilişkilendirdiğimiz ve karşılık bulduğumuz birtakım uyaranlar mevcuttur. Kimi zaman bizim yorumlarımız ile diğer insanların yorumları arasında farklılıklar olduğuna da şahit olabiliyoruz. Toplumsal algıyı bu noktada bir olaya, duruma veya bir nesneye karşı izlenimlerimiz sonucu varacağımız kanı ve anlamlandırma aşamasındaki sınıflandırma olarak tanımlayabiliriz. Algı ile oluşan bu bilişsel şema, yaşam içerisindeki tutum ve davranışlarımızda etki mekanizması oluşturabilecek olup kişide algı ve tutum çelişkilerinin de yaşanabileceği göz önünde bulundurularak yanlış, eksik izlenim ve bilinçsiz çıkarımlarla doğan algının yine yanlış tutum ve davranışlara sebep olması da olağandır. Bir diğer yandan bir düşünceye inanmak ve/veya bağlı olmak çoğu zaman aidiyetliği de beraberinde getirecektir. Tüm bu işleyiş sonucunda koşullanmış bir duygusal tutuma kapılma durumunda ise önyargı kavramı karşımıza çıkacaktır. Çocuğun insan hakları ve tarihçesini konuşacağımız bu yazıda çocuğa ve çocukluğa karşı önyargıların oluşturduğu algılayış biçimlerini, ayrıştırılan ‘çocukluk’ ve ‘yetişkinlik’ kavramları ile bu doğrultuda doğan hak ihlallerinin temelindeki çocuk düşmanlığını tartışacağız.

Modern önyargı çalışmaları; İkinci Dünya Savaşından sonra beyazların siyahlara karşı önyargılarının, erkeklerin kadınlara karşı ayrımcılıklarının analiz edildiği ve kurbanların kendi seslerinin kenara itildiği bir saha olarak ortaya çıktı (Young-Bruehl, 2021).

Halihazırda farklı olanın hedef olduğu bir dünyada önyargıya önyargı gözlüğünden bakmak bize hiçbir şey göstermeyecektir. İçinde bulunduğumuz bütün kozmik ekolojide önyargının anatomisini irdelemek ve temeline yaklaşmak isterken bu adım, yolumuzu döngüsel hale de getirebilecekti. Önyargıda bir hedef grup görürüz. Çocukluğu anlamlandırmak istediğimizde karşımıza hedef grup olarak kız çocukları, oğlan çocukları, adölesan grup, farklı etnik köken, farklı ırk, din ve ideolojilere mensup çocuklar, genç kadınlar gibi ayrıştırılarak araştırmalara konu olmuş pek çok kesim çıkarken temelde bu grupların tümünün çocukluğa açıldığı göz ardı edilebilmekte. Ne yetişkinlik ne de çocukluk tek tipleştirilecek homojen bir bütündür. Çocukluğa karşı önyargıları oluşturan en büyük etkenler ise kültür ve toplumsal inanışlar, tarihsel aktarımlar, politik düzlem ve söylemler olarak belirtilebilir. Toplumda oluşan ve aktarılan önyargılar, çocukluk olgusunu belirli kalıplara indirgemiş ve onu stereotipleştirmiştir. Çocuğun aileye ait bir mülk ya da sahip olunan bir varlık olarak görüldüğü toplumlarda, onun gelişimsel açıdan özel ve özen gösterilmesi gereken bir birey olarak kabul edilmesi veya bu anlayışın aktarılması oldukça güçleşmektedir. ‘Kızını dövmeyen dizini döver’, ‘Çocuklar gerekirse dayakla terbiye edilmeli ve ehlileştirilmelidir’, ‘Eti senin, kemiği benim’, ‘Çocukluk etme’ gibi söylemler, çocukluk algısının katı toplumsal normlarla şekillendiğini ve bu düşünce yapısının nesiller boyunca aktarıldığını göstermektedir. Dolayısıyla, bu algının kısa vadede köklü bir dönüşüme uğramasını beklemek ütopik olabilir. Ancak değişimin en azından dilde başlaması, bu dönüşüm sürecinde önemli bir adım olarak değerlendirilebilir. Bu bağlamda, çocukluğun ‘gelecek’ değil ‘bugün’ olarak tanımlanması, her çocuğun biricikliğinin vurgulanması, yetişkinlik ile kıyaslanarak eksik veya yetersiz bir evre olarak değerlendirilmemesi, yetişkin hiyerarşisinin kalıplarına sıkıştırılmaması ve temelde bir birey olarak ele alınması büyük önem taşımaktadır. Öte yandan, bakım verenler, çocuk koruma sisteminde yer alan sorumlular, yetişkinler tarafından ve politik söylemler içinde sıklıkla kullanılan ‘çocuklarımız’, ‘gençlerimiz’, ‘kadınlarımız’ gibi sahiplik belirten ifadeler; birey üzerinde sahiplik gösterirken özerkliğini gölgeleyerek istismara zemin hazırlayabilecek bir yapı oluşturabilecektir. Dilde başlayan dönüşüm, toplumun en küçük birimi olan ailede, aile bireyleri arasındaki ilişkilerin güçlenmesiyle devam edecektir. Örneğin, ‘kurtarmak’ fiilinin eril bir enerji uyandırışı, ‘korumak’ fiilinin ise anaç bir duyguyu ortaya çıkarması dildeki patriyarkal kalıplaşmanın bir göstergesidir. Bu durum, toplumsal eşitsizliğin dil aracılığıyla nasıl arttığını ve eşitlikçi bir bakış açısının inşasında dilin dönüştürücü gücünü gözler önüne sermektedir. Eşitsizlik içeren toplumlarda genellemelerin ve sınıflandırmaların önemli bir olumsuz etkisi de ayrımcı uygulamalara dönüşme potansiyeli taşıması iken toplumsal eşitsizlik, sınıflandırmada bir tarafın gücü kullanması ve olanaklarının diğer taraftan fazla olması anlamına gelir (Kılıç, 2024).  Yetişkinler ve çocuklar söz konusu olduğunda toplumsal eşitsizlik; yetişkinlerin baskın, karar alan grup olması ve dolayısıyla çocukları tanımlama, etiketleme ve sınırlama alanına sahip olması olarak nitelendirilebilir. Çocuk hakları açısından konuya baktığımızda, çocuk ile yetişkini birbirinden ayıran temel unsur; tüm insan haklarını kapsayan genel bir sözleşme bulunmasına rağmen, çocuklara özgü hakları düzenleyen ayrı bir sözleşmenin de varlığıdır. Bu bağlamda yetişkinlerin çocuk haklarının hayata geçirilmesi konusunda sorumluluk taşıdığı; çocukların ise bu haklar doğrultusunda desteklenmesi ve güçlendirilmesi gerektiği anlamı çıkarılır. Mesele mühim; çünkü yanlış temellendirilmiş, formülleştirilmiş çocuk karşıtı davranışlar ve sert kuramlar çocuğa zarar veren kurum ve politikaların doğuşuna sebep vermişti. Tüm bunlar göz önünde tutulursa şöyle denilebilir ki, ‘Mikro düzeydeki ana baba tutumları makrokozmosda yasama ve politik boyuta da yön verdi’.

Bir diğer tartışma konusu ise politik özne olma durumu. Politik öznellik, bireylerin veya grupların siyasi süreçlerde aktif olarak yer almasını, karar alma mekanizmalarında etkili olmasını ve toplumsal dönüşümde rol oynamasını ifade eder (Laclau & Mouffe, 2001). Geleneksel siyaset teorisinde politik özne kavramı genellikle rasyonel ve bilinçli kararlar alabilen bireylerle sınırlandırılmıştır (Habermas, 1991). Kalıplaşmış siyasi düzlemimizde politik duruş kalıbı, 18 yaş üstü kişilerin referandumlarda oy kullanarak vatandaşlık görevini yerine getirmesi ile bağdaştırılmaktadır. Dolayısıyla çocuklar da bu kadrajda kendisine yer bulamamıştır. Ancak özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren çocuk hakları paradigmasının gelişmesiyle birlikte çocukların da politik bir özne olup olamayacağı sorusu literatüre konu olmuştur (Wall, 2012). Bu bağlamda, çocuklar genellikle “politik olmayan” veya “tam yetkin olmayan” bireyler olarak kabul edilmiştir (Habermas, 1991). Ancak modern siyaset teorileri ve çocuk hakları perspektifi, çocukların da politik süreçlere katılma hakkına sahip olduğunu vurgulamaktadır (Wall, 2012; Jans, 2004). BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 12. Maddesinde ‘Çocuğun katılım hakkı’ ndan bahsedilir ve şöyle açıklanır: Çocuklar, kendilerini ilgilendiren konularda görüşlerini ifade etme hakkına sahiptirler. Bu bakış açısıyla değerlendirildiğinde, yerel ve merkezi seçimlerde oy kullanma hakkına sahip olmayan 18 yaş altı bireyler için BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 12. maddesi, ‘eşit yurttaşlık’ kavramının gerekliliğini hatırlatmakta ve çocukların politik süreçlere katılım hakkının olduğunu vurgulamaktadır.

Peki, nedir bu çocuk hakları ve ne zaman insanlığın gündemine girdi? Çocuk hakları, tarihsel olarak farklı dönemlerde çeşitli hukuk sistemleri ve toplumsal yapılar içinde ele alınmış olsa da, modern anlamda uluslararası hukukun bir parçası haline gelmesi 20. yüzyılın başlarına dayanmaktadır. Özellikle 1960’lı yıllara kadar göz ardı edilen çocuk istismarı gibi bir olgu, 20. yüzyıl ortalarına kadar fark edilmemiş olup çocuk doktorlarının gelen kırık ve morarma vakalarını ‘Bu bir travmadır, bu bir istismardır.’ şeklinde tanımlayabilmesi, çocuk istismarının bu dönemde henüz farkına varıldığını göstermiştir. Bu durum, aynı zamanda çocuğun istismar edilebileceğine dair öncesinde var olan körlüğü de gözler önüne sermiştir.

Bugün, çocuk hakları denildiğinde ilk akla gelen belge, 1989 yılında Birleşmiş Milletler tarafından imzaya açılan ve şu anda 196 ülkenin taraf olduğu BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’dir. Ancak, küresel bir öneme sahip bu sözleşme, çocuk haklarının uluslararası hukukta korunması için atılan ilk adım değildir. 1919 yılında kurulan Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), çocuk işçiliği ve asgari çalışma yaşı gibi konuları uluslararası alanda ilk kez gündeme getirmiştir. Ardından, 1924 yılında Milletler Cemiyeti tarafından kabul edilen Cenevre Çocuk Hakları Bildirgesi, çocukların korunması gerekliliğini uluslararası bir belgeyle ifade eden ilk metin olmuştur (League of Nations, 1924). Bu bildirge, çocukların sağlık, eğitim ve refah haklarını teminat altına almayı hedefleyen beş maddelik bir çerçeve sunmuştur. II. Dünya Savaşı sonrasında, insan haklarının yeniden tanımlanması ihtiyacı doğmuş ve 1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, çocukların korunmasına dair temel ilkeleri de içermeye başlamıştır (United Nations, 1948). 1959 yılında ise BM, Çocuk Hakları Bildirgesi’ni ilan ederek, çocukların korunma, gelişme, eğitim ve refah haklarını daha ayrıntılı bir şekilde vurgulamıştır (United Nations, 1959). 1979 yılı, ‘Dünya Çocuk Yılı’ olarak ilan edilmiş ve bu dönemde çocuk hakları konusunda uluslararası farkındalık artmıştır. Ardında, 1989 yılında kabul edilen BM Çocuk Hakları Sözleşmesi, çocuk haklarının korunması ve geliştirilmesi konusunda en kapsamlı uluslararası hukuki belge olarak kabul edilmiştir (United Nations, 1989). Bu sözleşme bakım, koruma ve katılım (provision, protection, participation) olmak üzere literatürde de 3P olarak geçen üç temel unsuru teminat altına almıştır.

Toplumsal yaşamın içinde genellikle fark edilmeyen fakat doğallaştırılan ve normalleştirilen ayrımcı ve dışlayıcı tutumlar, çocuk düşmanlığını beslemektedir. Çocukların haklarına aykırı tutumlar, tarihsel süreçte giderek fark edilip daha görünür hale gelmiştir. Bu noktada, çocuk destek mekanizmalarında yer alan tüm yetişkinlerin bu tutumları algılaması ve görünür kılması kritik bir öneme sahiptir. Özellikle politika yapıcıların ve karar alıcıların, çocukları tanımlama biçimlerinin toplum üzerindeki etkisi büyük bir gerçektir. Çocuk düşmanlığı yalnızca bireysel bir tutum değil, aynı zamanda bir çocuk hakları ihlali ve toplumsal bir sorun niteliği de taşımaktadır. Bu durum, çocuğa yönelik bakış açılarını ve toplumsal algıyı yeniden şekillendirme gerekliliğini ortaya koymaktadır. Bu sorunun temelinde yatan en önemli etken, çocukların sadece “korunması gereken” varlıklar olarak görülmesinin ötesine geçerek, birer politik özne ve toplumsal aktör olarak tanınmasının sağlanmasıdır (Wall, 2012; Jans, 2004). Bu bağlamda, toplumsal dönüşüm için adımlar atılması, sadece yasal ve politik düzeyde değil, aynı zamanda dilsel ve kültürel anlamda da bir değişim sürecini gerektirmektedir (Habermas, 1991).

Sonuç olarak, çocuk haklarının yalnızca bir yasal sorumluluk değil, aynı zamanda toplumsal ve etik bir sorumluluk olduğu unutulmamalıdır. Çocuk düşmanlığının adını koymak, onu görünür kılmak ve üzerine düşünmek, toplumsal eşitlik ve adaletin inşasında kritik bir adımdır. Bu çaba, hem ulusal hem de küresel düzeyde çocukların haklarını tanıyan ve koruyan bir toplum yapısının inşasına katkıda bulunacak öneme sahiptir.

Fatma Nur Özakça

                                                                                                                  Çocuk Gelişimci & Sivil Toplum Çalışanı