Kapatmak için ESC'ye basın

PsikolektifPsikolektif Ortak Noktamız: Ruh Sağlığı

THE LAST DUEL – Film İnceleme – Psikolektif + – Sayı – 15

Bu Yazıyı Tahmini Okuma Süresi: 3 Dakikadır.

Vizyon Tarihi: 2021

Tür: Dram, Tarihi

Yapım: İngiltere, ABD

Süre: 152 dakika

IMDb Puanı: 7,4 / 10

Oyuncular: Matt Damon, Adam Driver, Jodie Comer

Yönetmen: Ridley Scott

1300’lü yılların Fransa’sında yaşanan son resmi düelloyu anlatan film, gerçek bir olaydan yola çıkılarak senaryolaştırılmıştır. Gittiği bir savaştan geri dönen Jean de Carrouges, filmin bir diğer ana karakteri olan eski dostu Jacques le Gris’nin karısına tecavüz ettiğini öğrenmektedir. Bu tecavüzü eşine karşı bir suçtan ziyade halihazırda farklı nedenlerden dolayı kinlendiği eski dostu tarafından kendi onuruna karşı yapılmış bir saldırı olarak yorumlayarak onurunu kurtarma çabasına giren Jean adalet arayışını krala ulaştırmıştır. Tanrı’nın haklı olan kişiyi düelloda sağ bırakacağına duyulan inançla birlikte iki eski dostun tüm Fransa halkı önünde ölümüne bir düello yapmasına karar verilmiştir. İki yakın arkadaşın birbirlerine kin ve nefret besleyerek düşmanlaşma sürecinde yaşananlar, filmdeki 3 ana karakterin gözünden 3 farklı şekilde izleyiciye sunulmaktadır.

‘’Yazı spoiler içermektedir’’

Filmde, bakış açısı sunulan ilk karakter, Jean de Carrouges, babası gibi hayatı savaşlarda geçmiş, ülkesine bağlı cesur, hırslı ve yetenekli bir şövalyedir. Sahip olduğu cesareti hem savaşlarda hem kişisel ilişkilerinde kimi zaman sonuçlarının ağırlığını hissedeceği fevri davranışlar yapmasına neden olmaktadır. Karakterin, çevresiyle ilişkileri düşünüldüğünde savaşlardan öğrendiği hayatında; çevreyle sağlıklı iletişim kurabilme ve kendini başkalarına doğru ifade edebilme becerilerini kapsayan sosyal gelişiminin yetersiz kaldığını akıllara getirmektedir. Öyle ki haksızlığa uğradığını düşündüğünde kendini açıklamaya çalışırken karar vericilere karşı bile saldırgan tutumu, film boyunca karakterin annesi ve eşi dışında kimse ile kavga etmeden sağlıklı iletişim kurmaması, annesi ve eşiyle olan iletişimlerinde dahi kaba bir yaklaşım sergilemesi sosyal gelişimdeki yetersizlik olarak yorumlanabilmektedir. Jean’ın hem bir şövalye olarak güçlü şekilde bağlı olduğu krallığa ilişkin hem aile hayatına ilişkin kendisi olmazsa hiçbir şeyin düzgün ilerleyemeyeceğine dair bir inancı bulunmaktadır. Jean’ın bu tavrı akıllara tam da şövalyelikten adını adan “Beyaz Şövalye Sendromu” nu akıllara getirmektedir. 2015 yılında Berkeley Üniversitesi’nden Mary C. Lamia ve Marilyn J. Krieger tarafından tanımlanan bu sendromda birey, kendisine bağımlı kılacak şekilde kendi isteğiyle yardımda bulunması ve bu yardım lütfu olmazsa her şeyin kötüye gideceğine dair bir tutum sergilemektedir. Yaptığı lütuf karşılığında her şeyin en iyisini hak ettiğini düşünür, kendinden fedakârlık ederken başkalarını kendine borçlu kılacak şekilde yardımda bulunmaktadır. Filmde yer yer bu sendroma sahip olduğunu düşündüren ifadelerde bulunan Jean şayet kaleyi kendisi korumazsa, kendisi savunma yapmazsa krallığın yok olacağına, hatalar yapsa topraklar kaybetse dahi ülkeyi en iyi kendisinin savunabileceğine dair bir inanca ve kibre sahiptir. Sahip olduğu bu kibir eşine karşı da üstünlük tavırları sergilemesine neden olmaktadır.

Filmin merkezindeki bir diğer ana karakter Marguerite, korkunç bir suçun mağduru ve filmdeki diğer kadınlar gibi kocası dışında herhangi bir dayanağı ya da hakkı olmayan nesne konumunda görülen itaatkâr bir kadındır. Kocasından birçok açıdan daha iyi olmasına rağmen her zaman kocasının gerisinde durmuştur. Çocuk sahibi olamamaları eşinden kaynaklanmasına rağmen bu konuda da kendini suçlamaktadır. Marguerite’in içinde bulunduğu durum ve yaklaşımı Feminist Terapi ilkeleri açısından ele alındığında yaşadığı sorunların toplumsal kökenli olduğunu söylemek mümkündür. Bir başka deyişle Marguerite’in içinde bulunduğu toplumda kadının yeri, kadına kültürel ve geleneksel olarak dayatılan rollerden bağımsız olarak düşünülemeyeceği belirtilmektedir.

Filmdeki tüm olaylar, üç ana karakterin bakışı doğrultusunda anlatıldığından her bir karakterin sırası geldiğinde izleyiciye empatik bir anlayış benimsetebilmektedir. Bu anlamda karaktere karşı kurulan empati ile birlikte Bilişsel Davranışçı Terapi ekolünde sıklıkla sözü edilen kişilerin yaşanan olayı algılama biçimlerinin önemi fark edilebilmektedir. Umuyorum sizler de filmi izlerken her bir karakterin yerine düşünerek, karakterin olayı algılama şekli ve olay karşısındaki tavrının aslında görünen kadar basit olmadığını izlerken, benim kadar ters köşe olup bundan keyif alırsınız. İyi seyirler dilerim.

‘‘Filme ilişkin izlenimlerim’’

Film ataerkil düzende kadının yerini çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Canı pahasına mağdur olduğunu belirten Marguerite’in sözüne hiçbir şekilde itibar edilmemekte, yakın arkadaşları tarafından dahi yalan söylemekle itham edilmekte, aleyhinde ifadeler verilmekte ve hatta tecavüze uğradığı için suçlanmaktadır. Kadına karşı işlenen bir suç bile erkeğin malına kastetme olarak görülmektedir. İki adamın düelloya girme nedenleri görünürde farklı olsa da yalnızca kendi gurur ve itibarlarını koruma çabasından kaynaklandığı filmde açıkça ifade edilmektedir. Marguerite’in filmdeki diğer kadınlar gibi susmamış olması mağduriyetini tüm toplumca aforoz edilme hatta öldürülme pahasına her ortamda dile getirmekten çekinmemesi takdire şayan olsa da bunun diğer kadınlarca cesaretlendirici olması şöyle dursun Marguerite bile yaşananlardan sonra susmadığı için pişmanlığını ifade etmiştir, ne acı. Film 14. yüzyılda Ortaçağ Avrupası’nda geçse de maalesef günümüzde pek ilerleme kaydedilememiş olmasının can yakıcı bir gerçek olarak yüzüme çarptığını itiraf etmeliyim.

Feyza KILINÇ TAYFUN

Psikolojik Danışman