Kapatmak için ESC'ye basın

PsikolektifPsikolektif Ortak Noktamız: Ruh Sağlığı

ANNA KARENİNA – Kitap İnceleme – Psikolektif + – Sayı – 19

Bu Yazıyı Tahmini Okuma Süresi: 3 Dakikadır.

Kitap Künyesi

Yazar Adı: Lev Tolstoy

Yayınevi: Türkiye İş Bankası Yayınları

Basım Yeri ve Tarihi: İstanbul, 2019

Sayfa Sayısı: 1062

Yazı spoiler içermektedir.

Tolstoy; on dokuzuncu yüzyılda Dostoyevski ile aynı Rusya’da yaşamış dünyanın en nadide yazarlarından biri olarak tanınan bir askerdir. Döneminin şartlarını olduğu gibi aktaran bir üslupla yazdığı romanlarıyla tanınan yazar hakkında araştırınca görürüz ki ölmeden önce karısına “Gidişim sana acı verecek, üzgünüm, bana inan ve başka türlü yapamayacağımı anla” diye başlayan bir mektup bırakmış ve bu yolculuk esnasında o da tıpkı Anna gibi bir tren istasyonunda, zatürreden ölmüştür. Benzerlik dikkat çekicidir.

Roman; Anna isminde evli bir genç kadın ile Vronski adında bir asker ve Kiti adındaki bir kadınla toplumcu yönleri baskın bir karakter olan Levin arasında geçen aşk ilişkileri üzerinden ilerlemektedir. Ayrıca romanda modernleşen yaşam tarzıyla geleneksellik; muhafazakarlık temaları da ön plana çıkmaktadır. Romana ismini veren Anna Karenina’nın kitap boyunca takındığı umarsız bir tavır dikkatleri çekmektedir. Bu tavır, şema terapideki kopuk-korungan modla ilişkilendirilebilir. Ne de olsa Anna, toplumun ona atfettiği kadınlık rollerini reddetmiş; eşinden başka bir adama âşık olmuş, onunla yaşamaya başlamış; hatta bu süreçte annelik görevinden de feragat etmiştir. Tüm bu yaşananların ağırlığıyla, üzerinde hissettiği toplumsal baskıyla kendini soyutlamaya yönelik ihtiyaçları artmış; çevresinde yalnızca ona anlayış göstereceğinden emin olduğu kişileri tutmasına rağmen kendini belirgin biçimde gösteren kopuk-korungan modu zamanla cezalandırıcı ebeveyn moduna dönüşmüştür. Anna bu süreçte aldatmanın dinamiğinde bulunan yansıtma savunma mekanizmasını da sıklıkla kullanmış; Vronski ile son kavgalarında onu kendisini aldatmakla suçlamıştır. Bir diğer önemli kadın karakter olan Kiti ise akıllarda somatizasyona yatkınlığıyla yer etmektedir. Yaşadığı üzüntülerden sonra ciddi hastalıklar geçirmekte sürekli vücudunun bir parçası ağrır ve hatta doğumu o kadar sancılı geçer ki; eşi Levin tarafından öleceği düşünülmektedir. Kiti’deki bu bedensel yakınmalar adeta kendine ifade alanı bulamayan bir yalnızlığın çaresiz dışavurumu gibidir.

Romandaki erkek karakterler; toplumun bir “adamdan” beklentisini doğrularcasına sosyetenin içerisinde daha faal bir biçimde yer almaktadır. Kumar oynarlar, içki içerler ve at yarışı düzenlerler. Vronski; bahsi geçen sosyete ortamının bir numaralı yüzüyken Anna’nın intiharından sonra eski askerlik mesleğine dönmüş, kendini mesleğine adamıştır. Bu süreçte yas sürecinin suçluluk duygularıyla boğuşmakta olan Vronski, kararı almadan önce de elbette ki savaş meydanlarının ona ölüm riskinin dehşetini ve hayatta kalmak için savaşma arzusunu getireceğini bilmektedir. Anna’nın ölümünden sonra depresyon yaşayan diğer bir karakter de Levin’dir. Romanın başlarında taşraya duyduğu yakınlıkla sürdürdüğü burjuva hayatı arasında çalkantılı düşünce silsileleriyle tanıdığımız Levin; son demlerde Kiti’nin hala sürdürdüğü çocuksu inançlılıktan uzaklaşmış, kendini felsefi öğretilerin anlam kurma savaşına adamıştır. Ona göre etrafındaki hiç kimse inançla ilgili görüşlerinde anlam aramamaktadır. Gözünde ise hayatı giderek iskambil kağıtlarından yapılmış bir şato gibi yıkılmaktadır. Felsefe okumalarında bir kavramın yerine başka birini, örneğin sevgiyi, koyarak okumalarını yenilese bile kurulan anlamlarda bir farklılaşma bulamaz; insanın özünü kavrayamaz. İnsanın özü psikolojide iyi – kötü dikotomisi üzerinden anlaşılmaya çalışılır. Psikanalitik kuramlara göre insanın özü kötücül iken Carl Rogers’a göre insan özünde iyi bir varlıktır. Birçok modern kurama göre ise birey ne iyi ne kötüdür. Levin en sonunda bu kavramaya Erich Fromm’un köklülük ve aşkınlık kavramlarına dayandırılabilecek farkındalıklardan yola çıkarak varacaktır. Onun bir çocuğu ve eşi vardır; çalışması, kazanması, kendini geliştirmesi gerekmektedir. Kendisi için ataları tarafından sağlanan imkanları o da oğluna tanımalıdır. Öte yandan bu süreçte zaman zaman özgün olmaya duyulan ihtiyaç anlamında kullanılan aşkınlık yönünü dengeleyememekle pozitif psikolojinin denge prensibinden tamamen habersiz görünmektedir. Öyle ki Levin de Anna gibi intiharı bir seçenek olarak görebilmiştir; ancak onun bu tutumu daha çok günümüz filozoflarından Cioran’ın intiharı kendisinde yaşamı besleyen bir kurtuluş yolu, bir seçenek gibi hayatında tutmasına benzer. Tüm bu söylemler, anlamla ilgilidir. Ölümün varlığının karşılaştığımız en gerçek olgu olduğunu düşünen varoluşçu psikoterapistler; aynı zamanda ölüm olgusunun yaşamanın sorumluluğunu omuzlarımıza yüklediğini söylemekle sözlerini tamamlarlar.

Kitaba İlişkin İzlenimlerim

Edebiyat eleştirilerini takip edenler hatırlayacaklardır; Tolstoy, Anna’ya bir kadın olarak saygı duymamış olmasına karşın ölümü karşısında yasa boğularak ondan etkilendiğini saklayamamıştır ve yine Anna’nın ölümünü bir intiharla taçlandırmış, ancak bu şekilde erdemli bir insan olarak kadını düşünebilmiştir. Ona göre aldatan bir kadın erdemliliğini sürdürebilmek için ölmelidir. Ne diyelim! Anna’nın kendi kaleminden kâğıda mürekkep izleri olarak sıçrayıp dökülmesine dahi tahammül edemeyen erkekliğin yaşadığı buhranın eceliyle öleceği günlerin yakın olmasını umut edelim… Son demde size haberlerde izlediğim bir olaydan bahsetmek istiyorum. Haberde anlatılana göre birbirini seven bir genç kadın ile adamın evlenmelerine ailelerin arasındaki husumet nedeniyle izin verilmez ve her ikisi de intihar ederler. Bu acının ardından iki aşığın cesetleri yan yana gömülür; ölümleri ailelerin arasındaki husumetin sona ermesiyle sonuçlanmıştır. Sahiden bizi bizden çalan toplum mudur? Yoksa kişiler arası ilişkilerde sınırlara gösterilmeyen dikkat; iletişim eksikliği, sevgisizlik veya nefret midir?

Elif Gök

Uzman Psikolojik Danışman