
Herkese merhaba. Geçen sayıda Ficher’in filmografisine bir giriş yapmış, Allien 3, Seven ve The Game filmlerini incelemiştim. Bu sayıda Fincher’in filmografisini incelemeye diğer filmlerle devam ediyorum.
Fincher’in The Game filminden sonraki durağı Fight Club (Dövüş Kulübü) olmuştur. Chuck Palahniuk’un ünlü romanından uyarlanan eser, Fincher’in ilk izlerini The Game filminde ortaya koyduğu, tüketim toplumu eleştirisinin doruk noktasını oluşturur.
Bu filmin analizi spoiler içerir!
Parçalı bir kimlik yapısına sahip, tüketim toplumunu temsil eden, adını bilmediğimiz bir anlatıcının (Edward Norton) ve onun diğer benlik yapılanması Tyler Durden’ın (Brad Pitt) hikayesi anlatılır. Anlatıcı toplum normlarına uygun yaşayan, tüketim toplumunun gereklerini yerine getiren bir kişiyken, Tyler Durden bunun tam tersidir. Anlatıcı, “süper egonun” temsiliyken, Tyler Durden “idi” temsil eder. Tyler Durden dürtüseldir, şiddete eğilimlidir ve cinsel yönden aktifdir. Anlatıcının alter egosudur. Yani varlığı bilinen ama hiç üzerinde durulmamış bir kişilik gelişimidir hatta anlatıcının asıl ulaşmak, olmak istediği kişiliktir ve film boyunca anlatıcı tarafından Tyler Durden anlatılır. Olay örgüsü içinde çeşitli markaların amblemleriyle dikkatimizi çeken Fincher, tüketim toplumunun insanı tüketmeden bir şeyler yapılması gerektiği mesajını verir. Bu durumdan kurtulma yolunun da kaos ve şiddetle mümkün olduğunu anlatır. İnsanların birbirini dövdüğü dövüş kulübü de aslında bu mesajın bir parçasıdır ve Fincher final sahnesinde, şiddet, kaos ve bastırılmış dürtülerin bu düzeni imha etmesi gerektiğini gösterir. Modern hayatın önemli problemleri varoluş kaygısı, stres, yalnızlık, tüketim gibi konularda felsefi bir bakış açısı ortaya koyan film, çekildiği zamanlar çok fazla beğenilmese de sonradan hak ettiği değeri kazanır ve Fincher’in filmografisinin önemli bir yapı taşı olur.
“Her gün işe gidiyorsun. Akşamları erken uyuyorsun. Ve bunun karşılığında aldığın tek şey koltuk takımı. Gerçekten acınası bir durumdasın.” (Fight Club)
Seven, The Game ve Fight Club filmleriyle büyük beklenti oluşturan Fincher’in, sonraki projesi büyük bir proje olmaktan ziyade hafif, seyirlik bir film olan Panic Room (Panik Odası) olur. Milyoner kocasından ayrılan Mag (Jodie Foster), Manhattan’da kızı Sarah (Kirsten Steward) ile birlikte yaşayabileceği bir ev satın alır. Fakat bu evin diğer evlerden çok büyük bir farkı vardır. O da zor ve tehlikeli anlar için inşa edilmiş, bir sığınak görevi gören, süper güvenlikli, çelikten yapılmış panik odasıdır ve bir gece yarısı anne ve kızın eve giren 3 hırsızdan korunup, saklanabilecekleri tek yer olacaktır. Fincher’in filmlerinde çok sık kullandığı klostrofobik unsurların belki de zirve yaptığı film olur. Gece yarısından sabahın ilk saatlerine kadar tüm olay örgüsü şekillendiğinden, Fincher’in arzuladığı karanlık atmosfer oluşturulmuş olur. Gerilimin bir an düşmediği ve kendini bir şekilde izlettiren film, usta görüntü yönetimiyle evin içinde dolaşıyormuşsunuz hissi uyandırsa da Fincher’in filmografisinin en sönük filmleri arasında yer almaktan kurtulamaz.
2007 yılında yine bir seri katil hikayesinin anlatıldığı Zodiac filmi ile karşımıza çıkar. Zodiac, altmışlı yılların sonu, yetmişli yılların başında bir dizi cinayet işlemiş ve kurbanların genellikle kadın olduğu bir seri katilin lakabıdır. İşlediği cinayetlerden sonra polisleri arar ve onlara kodlarla dolu şifrelenmiş mesajlar bırakır. Polisler ve iki gazeteci katilin kim olduğunu araştırır. Gerçek olaylara dayanan hikâye seri katilin yakalanmasından çok, bir bulmacanın çözülme çabasını konu alır. Soluksuz süren bir takip ve uyandırdığı merak unsuru ile uzun süresine rağmen, bir şekilde kendini izletmeyi başarır ama Fincher’in sıkı filmlerinin arasına giremez.
Ardından The Curious Case Of Benjamin Button (Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi) gelir. F. Scott Fitzgerald’ın kitabından uyarlanıp, Eric Roth tarafından senaryolaştırılan hikaye, Fincher’in filmografisinin en farklı işlerinden biri olur. Hayatı tersinden, gençleşerek yaşayan bir adamın öyküsünün anlatıldığı film, uzun yıllar sonra Fincher ve Brad Pitt’i tekrar buluşturur. Benjamin’in baştan sona aktarılan ilginç hayatı, gelişim kuramları açısından önemli gözlem imkanları sunar. Gelişim dönemlerini tersine yaşayan bir adamın duygu durumuna, değerlerine, hayat felsefesine, macera dolu hayatına tanık olmamızı sağlar ve alt metninde; “Hayatı ne yönde yaşadığın değil, nasıl yaşadığın önemlidir.” Mesajını güçlü bir şekilde seyirciye verir. Aynı zamanda büyük bir aşk hikayesinin anlatıldığı bu duygu dolu hikaye, 13 dalda Oscar adaylığı alır ve Fincher’in ününe ün katar.
Belki saatler ters çalışsaydı mutlu olabilirdik. En berbat halde doğup, en berbat şekilde ölebilirdik ama yine de bir şeyler yolunda gidebilirdi. Gözlerimizi açtığımız andan, kapattığımız ana kadar dünyayı sevebilirdik. Belki zamanı geri alıp, kaybettiklerimizi getirebilirdik. Evlerimize dönebilirdik. ‘’80 yaşında doğup, yavaş yavaş 18’imize doğru ilerlersek hayat sonsuz bir mutluluk olurdu.’’Ama olmadı, olmayacak. (The Curious Case Of Benjamin Button)
Bir sonraki sayıda Fincher’in geriye kalan diğer projelerini; Social Network (Sosyal Ağ), The Girl With The Dragon Tattoo (Ejderha Dövmeli Kız) ve Gone Girl (Kayıp Kız) filmlerini inceleyip Fincher yazı dizisini sonlandırmış olacağım. Bir sonraki sayıda görüşmek üzere…
Sinemayla kalın.
Ahmet YAŞAR
Psikolojik Danışman