SOYU TÜKENEN BİR TÜR: DOĞADAKİ ÇOCUK

Bu Yazıyı Tahmini Okuma Süresi: 3 Dakikadır.

“Çocuklar hiçbir şey kaybetmiş değil; zaten hiç sahip olmadılar ki. Burada konuştuğumuz şey, kendileri doğanın içinde büyümüş olan birçoğumuzun gerçekleştirdiği bir dönüşüm. Şimdi ise doğa artık yok.” -Richard Louv

İnsanın doğal bir varlık olması doğa ve doğadaki canlılarla iletişim halinde olmasını sağlar. İletişim kurmadığındaysa fiziksel ve ruhsal duyularını yitirmeye başlar. Oysaki doğa hangi formuyla görünürse görünsün insana daha farklı ve büyük bir dünya sunarak ilham verir ve onu geliştirir. Peki asırlardır insan onu koşulsuz geliştiren doğaya nasıl bir gelecek hazırlamaktadır?

İlk olarak 1964 yılında psikiyatrist Erich Fromm tarafından kullanılan ve 80’lerde Edward Wilson’ın yazdığı ‘’Biophilia’’ isimli kitapla daha geniş kitleler tarafından duyulan biyofili kavramı kısaca insanın diğer canlılarla bağ kurma arzusu olarak tanımlamak mümkündür. Kahn (1997) biyofiliyi, İnsanın yaşam ile bağlantı kurmak ve sürdürmek amacıyla ortaya çıkan biyolojik temelli ihtiyacı ve eğilimi olarak tanımlamaktadır (Akt. Yılmaz ve Olgan, 2017). Biyofilinin çocuklardaki gelişimi incelendiğinde ise yaşamın ilk yıllarından itibaren bu gelişimin şekillenmeye başladığı görülmektedir.

Çocukların doğaya karşı oluşacak olumlu tutumları, değerleri ve eğilimleri erken çocukluk döneminin kritik dönem olmasından kaynaklı şekillenmektedir. Bu sebeple onlara yaşamın ilk yıllarından itibaren doğayla etkileşimlerini arttıran ve doğa sevgisinin aşılanmasını sağlayan deneyimler kazanmaları önem arz etmektedir. Çocukların erken yaşta bu becerileri kazanmalarıyla, yaşam boyu doğaya karşı saygı ve sevgiyi korumaları sağlanabilir. Fakat günümüzde insanlar tarafından yapısı bozulan doğal alanlar çocukların doğada özgür bir şekilde keşif yapma imkanını kısıtlayan en önemli faktörlerden biridir. Bununla birlikte toplumun bilgisayar, televizyon, tablet gibi medya araçlarının doğa deneyimlerinin önüne geçmesiyle çocukların uzun süre hareketsiz kalmasına neden olan ve doğadan uzaklaştıran engellerden biri de medya araçlarıdır.

Maryland Üniversitesi profesörlerinden Jane Clark’ın deyimiyle ‘’kutulanmış çocuklar’’ın sayıları giderek artmaktadır. Öyle ki bu çocuklar araba oturaklarına, mama sandalyelerine ve hatta televizyon izlemek için yapılmış bebek oturaklarına konulmaktadırlar. Bu çocuklar dışarı çıktıklarında ise yine bir çeşit kutu olan pusetlere konup dışarıda vakit geçirmektedirler. Çocuk kutulama işlemleri her ne kadar çocukların güvenliğini sağlama işlevine sahip olsa da çocukların uzun vadede sağlıklarını olumsuz etkilemektedir (Louv, 2018).

Çocukların kapalı mekanlarda yaşamalarıyla bazı güvenlik tehlikeleri azaltılsa da fiziksel ve psikolojik riskler başta olmak üzere birçok risk beraberinde getirecektir. Çocuklarda obezite, hırçınlık, aşırı hareketlilik, dikkat eksikliği, sosyal becerilerin zayıflaması ve hareketsiz yaşamın sonuçlarından biri olan çocukluk depresyonu görülebilmektedir. Doğadan yoksun yaşamını sürdüren çocuklarda çıkan bu sorunlar çocukların doğada koşmaya, oynamaya, dokunmaya, koklamaya, keşfetmeye ihtiyaçları olduğunu göstermektedir. Çocukların doğaya olan ihtiyacı gibi doğanın da günümüz insanın bırakacağı sorunlarla ilgilenecek bir nesle, çocuklara, ihtiyacı vardır.

Bu ihtiyacın ortaya çıkmasına neden olan yetişkinler çocukların doğayla ilgili farkındalık kazanmaları ve doğayı korumaları amacıyla çevre eğitimini; okul öncesinde etkinliklerin, ilkokulda ise derslerin içerisine entegre etmektedirler.  Bu etkinliklerde genellikle ağaçların kesimi, yağmur ormanlarının katledilişi, buzulların eriyerek hayvanların neslinin tehlikede olduğu, geri dönüşüm yaparak dünyayı kurtarabilmek gibi içerikler bulunmaktadır. Bunlar çocuklarda sevinç ve merak duygusuyla farkındalık oluşturmak yerine korkuyla ve kıyametle anlatılarak ‘’ekofobi’’ oluşumuna neden olabilmektedir. Doğa ve eğitim alanındaki önemli düşünürlerden biri olan Sobel, ekofobiyi insanların ekolojik olarak kötüye gidiş korkusu olarak açıklamaktadır (Louv, 2018).

‘’Doğadaki Son Çocuk’’ kitabında, ‘’Bir çift kuşu bile görmemiş olan bir çocuk için tepeli akbabaların soyunun tükenmesi ne anlama gelir?’’ ifadesine yer veren Louv; derslerin sanayileştirildiğinden dolayı müfredatlarda doğaya yer kalmadığını vurgulamıştır. Aynı zamanda John Dewey ‘’Okul ve Toplum’’ kitabında, çocukların yakın çevresiyle tanışması gerektiği ve verilecek çevre eğitiminin kurbağa videolarından, yılanların dersliklere getirilmesinden uzakta,  deneyime dayalı olması gerektiğini vurgulamaktadır (Louv, 2018).

Çocuk ve doğa arasındaki bağın kuvvetli olabilmesi ve çocukların uzun vadede çevreye karşı sorumluluk hissetmesi için yetişkinlerin öncelikle iyi model olmaları gerekmektedir. Bunun yanı sıra doğada vakit geçirirken çocuklar merak etmeye ve keşfetmeye yöneltilmelidir. Gidilen yerlerde, kuşların sesinin dinlenmesi, toprağın koklanması, bitkilerle doğrudan temas edilmesi için çocuklara yönergeler verilebilir. Hayvanları besleme, tohum ekme, bitkileri inceleme ve yetiştirme, kum ve çamurla oynama gibi faaliyetler de çocukların doğa farkındalığını geliştirecektir. Aynı zamanda dışarı çıkmayanlar için evde bitki yetiştirerek ve atıkları dönüştürerek bu farkındalık sağlanabilir.

KAYNAKÇA

  1. Louv, R. (2018). Doğadaki Son Çocuk. Ankara: TÜBİTAK Yayınları.
  2. Yılmaz, S. ve Olgan, R. (2017). Okul öncesi dönem çocuklarının doğaya yakınlık (biyofili) seviyelerinin araştırılması. Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 13(3), 1106-1129.

GÖRSEL KAYNAKÇA

  1. https://www.blueforest.com/created-for-play/top-10-woodland-activities-you-and-your-kids-will-love/ adresinden erişilmiştir.
  2. http://www.parentmap.com/article/how-explore-nature-kids-ideas adresinden erişilmiştir.

Ayşe Sena ÇELİK

Yıldız Teknik Üniversitesi

Aday Psikolojik Danışman & Okul Öncesi Öğretmeni